Ne zamandır Qerete Qedri'yi tanıdığımı inanın ki hatırlamıyorum. Ama hep tanıdığımı biliyorum. Zaten memleket Dîyarbekir olunca şehrin bilinen eşhaslarından olan Qerete ve diğer bilcümle qırıklarını tanımadan olmaz.
Şehir sadece mekânlarıyla "Bak işte, ben buradayım" demez. Zaten salt kaba ve fiziki mekânlarıyla eski bir şehir "Ben buradayım" derse o şehir şehir olmaktan çıkar. Olsa olsa mekânlar mezarlığı olur. Şehri asıl şehir yapan o eski ve kadim mekânlarıyla birlikte insanları, özellikle de renkli simalarıdır. Yani ezcümle şehir eşhaslarıyla vardır...
İşte bilinen adlarıyla Qereto Qedo, Qerete Qadir veya Qerete Qedri bunlardan biriydi. Geçtiğimiz günlerde sessiz sedasız, daha 45'indeyken kalpten öte yakaya göçüp gitti. Ölümler genellikle hüzün kaplar ya ananları! Kadri'yi ölümüyle birlikte ananlar mutlaka onun olmazsa olmaz "repliği" ya da kendine has "racon kesişi" ve de özellikle Diyarbakır ağzı şive konuşmasının tadı ile yâd ettiler.
Kadri, hayatı boyunca çalışmadı. Emek sarfederek, bir yerlerde ücreti karşılığı çalışarak hayatını sürdürmedi. Hatta böylesine bir yaşamı da kendisine yakıştırmadı.
Yıllar evvel bir gün iki bira parasını cebine sıkıştırdığımda, "Ya hu Kadir bu işin sonu nereye varacak. Bak, epeyce iş adamı arkadaşımız var. Sen de onların çoğunu tanıyorsun zaten. Gel onlardan birine rica edelim. Sana uygun bir iş versinler. Bu sokak hayatından kurtul" dedim. Dönüp o her zamanki racon kesen "mafyatik" bakışlarından birini attı ve dedi ki; "Şeyhmus Abê, ben bêle bi heyata alışmişam. Başkasının yanında çalışamam. Çok sağol. Eger iki bira parasi atisan sağol. Yoxsa gene de canın sağolsın."
Kısa bir görüntüsünü kaydetmişler. Onu haber etti arkadaşlarım. Diyor ki; "İstanbul'da beni Beyoğlu canavarı Kadir diye bilirlerdi. Salladım bıçağı adam haşat. Attım adami Galata'dan aşağı denize. Ertesi gün sahilden yürüyerek geçerken boğazın balıkları kafalarını sudan çıkarıp; 'Qedri abê oxırlar olsun, dün akşam için de çok sağol. Sayende bi gün daha karnımız doydî...' dediler. Bi şey değil benim babam, dedim onlara. Unutmayisız haa. İhtiyacız olduğunda beni ararsanız kan izlerıni tehkib edin..."
Yıllar evvel Dîyarbekir Delileri'ni kaleme alırken Qerete Qedri'den de söz etmiştim. "Qerete Qedo yanına Remzi Böcek'i de almış kıs kıs gülüyordu. 'Ulan bu delilerin halına bax. İş mi şimdi bu! Biz ki Dijle'nin tüm balıklarıni selama durdurmiş, 'emrın var mi Qedri Abê' dedirtmiş adamıx. Yakışır mı şimdi bıze bu deliler taxımına katılmax."
Ölümünden sonra öğrendim ki; asıl adı Abdülkadir Demirkan'mış. Hiç duymadım ve asıl ismi ile de tanımadım. Tanıyan da yoktu zaten nüfustaki ismiyle Kadri'yi. Olmazsa olmazları vardı. "Qedo, hele bi kır..." dedin mi, biraz da günündeyse kafası da hafif iyiyse on adımlık yolu, sağ eli cebinde omzunu şöyle bir kırarak başını yana savurup bir miktar da Yılmaz Güney'vari racon kesen kabadayı yürüyüşüyle bir gider ve ani refleksle dönüşünü tamamlardı.
Şehrin sicilinden renkli simalar birer ikişer gidince şehre hüzün çöküyor. Şehrin sicili zayıflıyor. Figürleri, replikleri, raconları ve hatıraları kalıyor geriye.
Sofi Hemmani'nin oğlu Qerete Qedri de gidince öte yakaya; şimdi o Yılmaz Güney'vari yürüyüşün asli unsurlarından bir tek "Deli Cavo" diye bildiğimiz turizm müdürlüğünün şoförlüğü kadrosundan emekli Cahit Abi kaldı geriye. O da ortaokuldan sınıf arkadaşım Ciğerci Hüseyin'e emanet bu günlerde. Cahit Abi şalvarı ve kuşağıyla Dağkapı'da şöyle bir görünürken uzun ve sağlıklı ömürler dilemekten başka ne gelir ki elden...