Oremar'da Bir Köprü Bir Film - 2

Enver Özkahraman

İsmet Nizam ve Celal sevgisi, Hakkari sevgisine dönüşüyor, fırsat düştükçe koşarak  Hakkari’nin kucağına atlıyorum. Cumhuriyetin 50. yılında bir il yıllığı yapılacak Hakkari’nin. Yetenekli bir eleman istiyor Hakkari Valisi, YSE Bölge Müdüründen. Bölge Müdürü beni uygun görmüş bu iş için. Cumhuriyetin 50. yılında Hakkari’nin bir kitabı olacak, il yıllığı isteyerek geçici görevle gidiyorum Hakkari’ye…

Hakkari’de ilk tanıdığım insan Adil Abe (Erdoğan). Adil abi ile çalışmalara başlıyoruz, Valiliğin verdiği bir araçla Suvarıhelê’yi aşıyor Beytüşşebab’a birlikte gidiyoruz…

Beytüşşebab’ın üstü LALEŞ yaylası, serin gecede karaçadırın altındaki yatakta Laleş yaylasında gece Şeh Adi’yi düşündüm; sabah Bılbêsilerin düğününü görüntüledim. Sêkani, Meydanbelek, Tıvor köyü ve Feraşin’de Pirdodan. Sonra Nêrkıtık’te, Ahmet ağayı fotoğrafladım...

Ardından, Çukurca’da Emir Şaban camisindeki kütüphaneyi görüyorum, küflü antik el yazması kitapların küf kokusu gözlerimi yaşartıyor. Uludere’den, Şemdinli ye kadar Hakkari’ye bağlı ilçelerin doğal güzelliklerini ve binalarını fotoğraflıyorum. Tabiki ilk kez CİLO’ları ve SAT gölünü görüyorum.  “Yıllarca senelik izinlerimi geçireceğim” bu doğa harikası coğrafyaya aşık oluyorum adeta.

Hakkari, yıllardır sürgün kenti…

Memurların korkulu rüyası. “Hakkari” kelimesini duyup tuu, tuu diyerek, kulak memesini  sıkıp, masasını tıklamayan memur ve görevli yok, o yıllar.. Ama Hakkari’ye gelip bir daha dönmeyen ve yerleşerek çoluk çocuğa karışan çok memur ve görevli tanıdım... Gelenin de ağladığı geldikten sonra da ayrılırken de ağlandığı il, gelenini de ayrılanını da ağlatan êl, Hakkari…

Cumhuriyetin 50. yılı şenlikleri geldi çattı, hükümet konağı meydanı ile kütüphanenin önüne birkaç metrekarelik bir havuz yapılmış, havuz maviye boyanmış, davullar zurnalar çalınıyor, folklor kiyafeti bulma sorunu yok , herkes zaten şel û şepikli, oynuyor havuzun kenarında, ama niye oynadığını bilmiyor kimse. Musluklarda da havuzda da su yok. Davul zurna çalıyor ya yeter. Su yoksa yok, havuz boşsa boş, ne olmuş sanki?.. Ve bir sabah Hakkarililer havuzu ağzına kadar dolu suyla buluyor. Gelen bakıyor geçen bir daha bakıyor. Havuz öyle dolu dolu kalıyor bir müddet. Sonraki günler, suyun rengi yeşile dönüşüyor. Daha sonra kedi yavrusu leşleri ile kurbağalar biribirine karışıyor, havuzda.. Daha sonra süs olarak, demirden yapılan, içinde anpul anpul ışıklar yakılan “50.YIL”takı komşusu oluyor havuzun. Sonbaharda ise bunlar Cumhuriyet ilk okulu öğrencileri için oyuncak ve oyun yeri, ama tehlikeli bir oyuncak ve oyun yeri oluyorlar.

Oremar serüveni dönüşünde, bitkin
düşen Onat Kutlar ve Erden Kıral yol
kenarında buz gibi akan bir kaynağın
taşlarında dinlenirlerken.
Ben yine de ısrarla tayinimi istiyorum ve kalıyorum Hakkari’de. Yıllar yılları kovalıyor, ortada olay yokken sıkıyönetim geliyor Hakkari ye. Peşinden de ülkede 12 eylül…

1981 yılının ilk baharında Hakkari’de çekilecek bir filmin ön çalışmaları için İstanbul’a çağrılıyorum, Yazar Onat Kutlar ve Yönetmen  Erden Kıral’la uzun uzun konuşuyoruz Hakkari yi ve  şahin yuvası Oremar’ı..

Hakkari’ye geliyorlar Onat Kutlar, Erden Kıral ve Vecdi Sayar. Oremar’ı görmeye kesin kararlıdırlar. Atlıyoruz Cahit Hocanın aracına Yüksekova’dan ayrılıyoruz Oremar yoluna. 12 yıl sonra Oremar’ı bir daha göreceğim için çok heyecanlıyım.. 12 yıl önce Haciyan köyünde araçtan inmiştik, ama 12 yıl sonra Haciyan’da araçtan inmedik çok şükür. Çünkü yol Iştazına kadar yapılmıştı. Hani Haciyandan-Iştazına diyince siz öyle uzun uzun yol sanmayın.

Mezrasından köyüne, birkaç kilometre (birkaç adım da diyebirsiniz, hatta eskilerin tabiri ile TAM BİR ARPA BOYU..) yol yapılmıştı.. Iştazında bir dutun gölgesinde bıraktık aracı..

Bundan sonrasını Yazar Onat Kutlar (rahmetli)ın  ve o günlerin gözde bir sanat ve edebiyat dergisi olan GÖSTERİ’deki, Eylül-1981 tarihli sayısında yayımlanan yazısından alıntıları  sizlere aktarmayı uygun buldum…

***

Erden Kıral’la haftalardır birlikte senaryo oluşturuyoruz… Bir senaryo yazarı için zorunlu olduğuna inandığım bir tartışma düşünce alışverişi, ortak bir dili yakalama çabası içinde Feruit Edgü’nün “O” adlı romanınıdan hareketle adı belki “ORAMAR 1965” olacak olan bir film yönetmen Erden Kıral. Yönetmen ve yazarla yaptığımız ilk tartışmalardan sonra, daha senaryo aşamasına geçmeden Hakkari Van yöresine bir yolculuk yapmaya karar verince, notlar almayı düşündüm. Bu yazıyı yazdığım günlerde henüz senaryo tamamlanmış değil.
….

Çeşitli temaları bir arada işleyen”O”yu özetlemek olanaksız. Ama “basitleştirici”bir konu özeti yapılacak olsa şöyle denebilir: “O”da 1965 yılında bir karakış boyu, ülkemizin doğusunda Hakkari’nin Pirkanıs adlı onüç haneli dağ köyünde, yedeksubay öğretmenlik yapan, çoğunlukla İstanbul’da ve yabancı ülkelerde yaşamış genç ve yazar-çizer bir aydının elde ettiği izlenimler, elde ettiği yaşam deneyi (experlence karşılığı) anlatılıyor.

“O”da anlatılanlar, gene Ferit Edgü’nün “KİMSE” ve “DERS NOTLARI” adlı kitaplarıyla bütünleniyor, zenginleştiriliyor.

…

Ekip Oramar yolunda şehit öğretmen
Selahattin Şimşek köprüsünde.
İkidir Ferit, Erden ve ben tartışıyoruz. Birine Tezer de katıldı. Bir şeyi çok iyi anlayamıyorum. Niçin Erden “O”yu film yapmak istiyor? Elbette romanı sevdiği doğru. Bu değil beni düşündüren. Ama bu romanda sinemaya yatkın nasıl bir söz buluyor? “Çok yalın” bir şeyden söz ediliyor sık sık. Ama nedir bu yalın şey? İster istemez romana da yansımış bulunan feodal ilişkilerdeki çağdışılık, kimi çarpıcı detaylı, bir dağ köyünde çekilen yalnızlık yeterli mi bir film için?

…

Erden, bir sürgünün uzak bir dağ köyündeki yaşamının daha çok köyü anlatan çok yalın gözlemlerine önem veriyor. Köyde Halit, Zazi, Dilsiz Kerem, Muhtar vs. gibi kişiliklerin başından geçenlerin (yerel renklere önem verilerek) anlatılmasını istiyor. Bir düğün bir başlık pazarlığı, elden ele geçirilen bir tabanca, ölen bir çocuk için yakılan ağıt onu yakından ilgilendiriyor.

Sanırım, ilk araştırmalar için Hakkari Van, Mardin yöresine yapacağımız yolculuk belirleyici olacak.

…

Büyük yetenek, genç tiyatrocu Erkan Yücel
kaçakçı halit rolü ile bir Kürt'ten
ayırt edilemiyordu.
Temmuz –Hakkari

Üç gündür yollardayız. Bir de Hakkari’de ilk geçirdiğimiz bomboş gün, etti dört. Oramar.. Neden bu isim bunca yer etmiş belleğime? Bilemiyorum. Ama olağanüstü bir şeyle karşılaşacağımı biliyorum. İki gün süreyle ırmaklar boyunca yürüdük. Aşağı yukarı on saat boyunca yol teptik. Bir düş ülkesiydi içinden geçtiğimiz. Kar suları içtik, karadutlar yedik. Bir çağlayan sesi doldurdu tüm benliğimizi. Kartal ve yılan ülkesiydi seyrettiğimiz; Tayr ve Mar. Ve bir küçük oğlan rehberimizdi gene: Abidin. Ayaklarımızda kara lastikler, başımızın üstünde dağlar ve gökyüzü.

Gece Oramar’da kireç badanalı bir odada, mavi atlas yorganların altında yattık. Oramar dağlıları gibi. Yerde halılar, duvarda kilim ve bakır. Muhtar(İsmet Buldan) Süryani ustalarının dokuduğu giysilerini giydi. Cemedani sardı başına, bir yanını sol kaşına yıkarak. Ayaklarına kıl çarıklar gildi. Bir hançer ışıltısıyla doldu ayışığı odaya. Duvarın kıyısında oturan ve sanki Şeyh Ahmede’in çığlık gibi destanlarından birini dinleyen ince, esmer uzun boylu, yakışıklı adamlar usulca kayboldular. Kaçak tütün, İran çayı, ezilen dağ kekiklerinin ve yanan pırnal dallarının kokusu sardı ortalığı…

Düşündüm ve dedim ki: “Ey ırmakların tanrısı.. Bize daha da güzellikler gönder. Çünkü doymuyoruz. Nice zaman kaynağa ve sulara ve ağaçlara ve çiçeklere ve güzel insanlara karışmayı düşledik. Bir çölün ortasında işte şimdi üstümüzden, kar sularından doğan bir çağlayan geçiyor. İçimizde bitmez tükenmez bir türkü kaynıyor. Suları içtikçe, yeryüzü ırmaklar ve biz, karıştık biribirimize...”

Yabancıya kuşkuyla bakan o insanlar, bizi bir dost olarak karşıladılar. Gurbete gitmiş oğulları gibi. Pirinç ve kar suyu sundular. Sat gölü’ne çıkmak üzere hazırlanmış denklerini çözüp yataklar serdiler. Ve dediler ki: “Yorduk sizi. Kusura bakmayın. Köyümüz güzeldir. Ama sarptır. Zordur ulaşmak. Yorduk sizi”

…

Fimde düğün sahnesi
İnsanın aynı olayı iki yada daha çok açıdan görebilmesi kadar yorucu bir başka durum olamaz. Hakkari’de otel odasında, suların akmadığı yorgun ve tozlu bir akşam üstü, “tüm öyküyü bir destan gibi Halit’in anlatmasını” önerdiğimde herkes havaya sıçramıştı. Benim gibi onlar da Oramarlı muhtarın evinde geçirdiğimiz coşkun gecenin ve kulağımızda sürüp giden o tuhaf, yabansı ezgilerin etsindeydiler. Hemen fotoğrafçı arkadaşımız Enver Özkahraman’ın dükkanına gittik. İçerde biri şişman öbürü zayıf iki genç karısıyla birlikte fotoğraf çektirmeye gelen genç memura bile dikkat edemeden Enver’den bir halk öyküsü bulmasını istedik. Öyküler dinlerdik o akşam. Düşüncemiz gittikçe pekişiyordu. Bu yüzden günlerdir Erden’le ben, Halit’le boğuşuyoruz. Nasıl anlatırdı bu öyküyü Halit? Yani romanın köylü kişisi, kentli kişinin destanını nasıl düzenlerdi? Baharın ilk günü gelirdi mutlaka. Yağız bir atın sırtında, köyüne. Bir çardakta oturur tütün sarardı. O geçerken küçük pencereden kapı aralıklarından gelinler bakardı damların üstünde ateşler. Yıldızlı bir gökyüzü. Çocuklar yeryüzünün tüm köşelerinde olan çocuklar ellerinde küçük teneke kutulara ekilmiş mercimekleriyle tekerlemeler söyleyerek dolaşırlar, bir yandan da gökyüzüne bakarlardı.

Irmağın suları türkü söyler ve herkes gibi onlar da birer dilek tutarlardı içlerinden. Ve Halit başlardı uzun öyküsünü anlatmaya, bir örnek tok ve derinden bir sesle öykü ırmağın çığıltısına karışırdı.

Filmin kadın baş oyuncusu Şerif sezer
(solda), kuması rolünde (ortada) sosyoloğ
ve yazar Lale Yalçın Heckmann ve
Hakkarili yazar Muhsin Kızılkaya,
düğün sahnesinde.
Kimin öyküsünü anlatırdı Halit? Bir zaman önce kuş uçmaz kervan geçmez köylerine gelen bir yabancının öyküsünü bir sürgünün bir yiğit adamın. “Köyümüze belinde kaşığıyla gelip aşımıza ortak olup sonra da kaşığın sapıyla gözümüzü çıkaranlardan.”olmayan birinin “çocuklarımız sevdi onu, biz sevdik sonra karlı bir günde Zapsuyu üstündeki bir köprüden geçerken ırmak sularına karıştı gitti. Ne Şemdinan geri verir aldığını ne de Zap…”

Sonra tanyeri ağarırdı solardı damların üstünde hala yanan ateşler. Tammuz’un Adonis’in kanlı anılarının gömülü olduğu derin topraktan yeni ve genç ağaçlar çıkmak üzere. Kalkardı Halit binerdi atına Reşko, Sat, Cilo dağlarına…

Dün birden fark ettim Şehit Selahattin’i anlatıyor Halit. Oramar dönüşü bugün, kendi adını taşıyan köprüden atıyla birlikte sulara kapılıp giden öğretmeni. Selahattin Şimşek, o destanın bir parçasıydı. Peki ya “O” romanın başkişisi olan Aydın? Ferit bu tür destanlaştırma konusunda ilginç anekdotlar anlatmıştı. Ama romanda kavranan bu destansı boyut olabilir mi?

Hemen Hakkari yolculuğunu düşündüm yeniden. Oruçlu, asık suratlı adamlarla dolu sokaklarını pijamalı adamların televizyonda “pijama” seyrettikleri (TV bozuk görüntü veriyor ve sadece siyah beyaz şeritler görünüyorsa pijama diyorlar buna) susuz kirli otellerini pislik içindeki lokantalarını köylerdeki ilkeliği yoksulluğu. Kadınların çocukların durumunu…

Yazar onat kutlar 1981 de Oremar'da
Serêsatê dağı önünde
İşte madalyonun iki yüzü ikisi de doğru. Ama ikisi birden mümkün mü? Ayrıca “O” da belliki daha nesnel olan daha destansı olan benimsenmiş.

…

Ay’a ilk kez ayak basan adamı izlerken nasıl bir merak duygusuna kapılıyorsak, bu ufak yoksul, karlar altında bütün bir kış kapalı kalan dağ köyüne sürülen adamın başından geçenler de aynı ölçüde meraklı olmalı. Sadece Oramar tepelerine tırmanmak bile başlıbaşına nefes kesici bir olay. Ama biz gerilimi salt bu olaylar üzerine kurmuyoruz. Asıl bağlantılarımız düşünsel Aydın’ı önce “şok”la sersemlemiş buluyoruz. Sonra yokluk ve ölüm duygusu ile umutsuz.. Sonra “karanlığın ucunda” hiç ummadığımız anda yaşamla karşılaşıyoruz: Çocuklar. Sonra o ışığa yöneliş ve cılız yaşamı güçlendirme tutkusu. Ama çareler aramak için umutla ve coşkuyla gittiği kasabada bürokrasi bir duvar. Köye dönüş hastalık ve hezeyanla, karabasanlarla noktalanır. Bütün bu geçmiş yeniden  ve bozuk, bulanık görüntülerle geçer  bellekten. Gerçeğin dışına sıçrayan bilinci, Halit’in dost eli ile yere bastırır. Sonra alışma. "Sanki yıllardır buradayım. Sanki burada doğmuşum da uzun süren bir gurbetten dönmüşüm..." yaşam sürer. Kızlar gelin olur, köye gelinler gelir. Jandarma, postacı, ilk kar. Ama alışmak mümkün mü? Başlayan soğuklar ve salgın hastalıklarla her gün bir bebe ölürken? Umutsuz direniş. İsyan. Yenilgi. İşte kar ve salgın durdu. Karları ısıtan güneş gibi  solgun ve bitkin bir yaşama duygusu. Koca bir kış geçti. Artık yollar açık. Okul bitti. Görev bitti. Gerçeğe Hakkari’nin gerçeğine, aldanmadan ve aldatmadan bakma günü geldi. Tek başına değiştiremediğin gerçeği kabul etme günü.

Ekip Rubarêşin vadisinde yayan
Oremar yolunda...
Ama umutsuzluğa da düşmeden: “Alınyazısı değiştirilemez değildir” “Siz, çocuklarım, size öğrettiğim her şeyi unutun.. Kendi gerçeğinizi ve yolunuzu bulacaksınız…”

***

Ulaşımın ve (Jeneratör gibi) malzeme taşıma sorunları nedeniyle “ORAMAR 1975” Filmi Oremar’da çekilemedi, film aynı isimle ANİTOS’ta çekildi. Uzun yıllar gösterimi yasaklılar listesinin başında kaldıktan sonra, film; “Hakkari de bir mevsim” Berlin’de gümüş ayı ödülünü hak etti. Bu vesileyle unutmadığımız yazar ONAT KUTLAR ile demokrat ve büyük tiyatro ustası ERKAN YÜCEL’i  rahmetle anıyorum… Fırsat bulduğumda, çevre danışmanlığını yaptığım Hakkari’de bir mevsim filminin çekim serüvenini sizinle paylaşacağım. Ha unutmadan söyleyeyim, bu olanlardan yıllar sonra, yine il yıllığı için çalışma görevi verildi. Elimde fotoğrafı çekilecek yerlerin listesi, listede de Oremar’ın ismi var. İki kişi bir şoförle “görevli” araçla Oremar yoluna girdik. Değil Iştazın’a ulaşmak, Haciyana bile varamadan

Dönüş yolunda Erden ve Onat yokuşun
başındalar...
“-Geriye dön”denilince bir güvenle ceketimin iç cebinden Valinin imza ve mühür’ünü taşıyan “görev” kağıdını uzattım görevliye. Yan gözle okudu.

Gür olmayan bir sesle:
“-Al kağıdını, katla koy cebine ve hemen geriye dön diyorum, sen bana kağıt uzatıyorsun. Hadi bas git geri..”

Bizde ensemizi kaşıya kaşıya geri dönmüş bir iki viraj sonra da:

(Gidemediğim yer benim değildir.)
(Gidemediğin yer senin değildir.)
(Gidemediğimiz yerler bizim değildir.)
(Gidemediğiniz yerler sizin değildir.) gibi, banal mı desem, anlamsız mı desem, tatsız ve tuzsuz ve sossuz cümlelerle birbirimizi teselli etmeye çalışmıştık, yol boyu.

Erkan Yücel bir sahne çalışmasında
kamera önünde

İş bittikten sonra kenara atılan 50.Yıl tak'ı


Fotoğlarlar: Enver Özkahraman
Düzenleme: Erkan Çapraz

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.