Yetmişli yılların başıydı, güneş çorak topraklara her zamankinden daha kızgın düşüyordu.
Yoksulluklarına inat yine bir bebek dünyaya gözlerini açıyor, viyaklamasıyla ortalığı bir matem havası sarıyordu, çünkü sekiz kızı olan aileye yeni bir kız daha misafir olmuştu. Kıt kanaat, yarı aç yarı tok, iki üç bayramda bir, çocuklarına bayramlık alabildiklerine şükür eden aile reisi Allah rızkını verir!diyordu.
Nasıl olsa biri özürlü diğeri sağlam, soyunu devam ettirecek iki oğlu vardı.
Dünyaya, kara bahtı ve mavi renginde gözlerini açan bu bebeğe Nazime ismini taktılar. Buraların verimsiz çorak topraklarını elekle eleyip elde ettikleriyle Nazimeyi kundaklayan annesi, ev işlerini koşuşturmaya çalışırken Nazime, pişiklerine derman olmayan bu toprağın nemiyle saatlerce ağlayarak viyaklayarak büyüyüp yedi yaşına bastı.
Artık köy yerinde çocuklarla oynayan bebenin ismi Nazo diye hafızalara kazılmıştı. Çünkü o, kızdı ve buralarda kızlara soğan başı kadar değer verilmezdi. İşte bu ötelenmişlik şirinliğinin önüne geçip onu Nazo yapıvermişti.
Dokuz yaşına bastığında babası bir asrı devirmek üzereydi. O yıl babasına siyah önlükle okula giden çocuklarla oynamak istediğini fakat onu dövdüklerini söyleyince babası ilk defa onu adam yerine soktu ve okula kaydını yaptırdı.
Okula gittiği ilk gün erkek çocuklar onu evire çevire dövüp eve yolladıklarında öğretmenin çaresizliği de onunkine karışmıştı. Çünkü köyün hocası hem onun hem de Nazonun babasının yüzünden cehenneme gideceklerini buralarda deprem olacağını haykırınca arkasındaki ahaliyle. Çaresiz öğretmen çekip buralardan gitmenin doğruluğuna kaptırmıştı kendini.
Öğretmen bavulunu toplayıp yola koyulunca Nazo için karanlık günler belirmeye başlamıştı.
Hoca, kavurucu sıcakların altında geçim derdi veren köylüden haksız olarak topladığı paraları caminin minberinin dibinde sayarken deprem olmuştu. O, kutsal mekânın taş duvarları arasında can verirken köylünün üçte ikisi de toprak damların altında kalarak hayatlarını yitiriyordu. Her zaman olduğu gibi yine devlet yetersiz kalıyor ve hayatta kalan insanlar kendi akrabalarını aramaya koyuluyorlardı.
İki gün sonra toprak bir damın enkazından Nazo canlı, annesi ise ölü olarak çıkarılmıştı.
Kara yazgısı bu kez hayata ikinci defa açılıyordu ve saatlerce at sırtında şehre doktora vardığında kendine gelmiş olup bitene anlam vermeye çalışıyordu. Kocaman şehrin gürültüsünden ürktü bir yabani hayvan gibi. Anneme gitmek istiyorum diye ağlamaya başladı. Onu getirenler bu durum karşısında ağlamaktan alamadılar kendilerini.
Onlar Kızılay çadırındaki yaşamlarına alışmaya çalışırken ablaları bir bir gelenler tarafından götürülüyor ve bunlara şaşıp kalıyordu, çünkü giden bir daha geri gelmiyor, babaları arkalarından Bahtınız açık olsun! diyordu.
Geriye bir erkek yeğeni ve özürlü abisi bir de yatalak babası kalınca on üç yaşında hamarat bir kadın oluveriyor. Ablalarının başlıklarıyla bir ev yapıyorlar kendilerine.
Bu yaşam Nazonun yedi senesini daha almıştı.
Yirmi yaşında hem özürlü abisi hem de babası hayatlarını yitirince bir başına kalıyordu. Ablalarını da neredeyse unutmuştu. Yeğeniyle devam ediyordu artık yaşamı.
Yirmi yıllık ömrüne çile, dert, şanssızlık sığdıran bu genç kız, vücudundaki fiziksel değişikliklerden bi haber katıldığı sohbetlerde kızara kızara terliyordu. Bazen diğer kızların deyimlerinden bu şeylerin ayıp olduğunu kendi kendine sınıyor kadınlığından habersiz giderek yaşlanıyordu.
Bir gün, yeğeni elinde bir bohça başında heftrengi ile birini eve getirince ablalarının başına gelen şeyin bu geleninde başına geldiğine ihtimal verdi. Çok zaman geçmeden bu gelen kadın da ona musallat olmaya başladı. Başına getirmedik şey bırakmadı. Her gün fitne fesat ortalığı velveleye veriyordu.
Bir öğlenden sonra açık kapıdan yeğeni ve karısını sevişirken görünce gözlerini alamadı. Bu ona pahalıya mal olacaktı farkındaydı ama yapacak bir şeyde yoktu.
O gün yediği dayaktan mavi gözleri kızıla, al yanakları da mora dönmüştü ve yirmi beş yaşındaydı.
Geceyi dışarıda evin köpeği kırnapla geçirdi. Aydan ve yıldızlardan yüzünü saklıyor, çünkü ay yukarıda ona durmadan bakıyordu.
Diğer gün evin işlerine kaldığı yerden başladı. Yeğeni akşama doğru yanına vardı ve özür diledi. Bu özür ona çok şey ifade etmese de arkasında bir muammanın yattığını yaşamının çeşitli deneyimlerinden almıştı.
Böylece birkaç zaman geçmiş ve Nazonun yaraları iyileşmişti. Yeğeni ona bir görücü geldiğini onun da evin reisi olarak Nazoyu verdiğini, yarın da gelip götüreceğini söyleyince ağlanacak haline neredeyse sevinçli bir biçimde kalkıp yeğeninin elini öperek sadakatini gösterdi.
Böylece üç beş çaputtan oluşan bohçasını topladı yarını heyecanla bekledi.
Gece boyunca bu çorak topraklardan kopup gideceği yerin hayalini kurdu. O an gelip çatınca karşısına bir yaşlı amca çıkmıştı. Arkasından dönüp bakacağı kimsesi yoktu. Koca bir ömrü yokluk sefalet kimsesizlik itilmişlikle geçirdiği bu köyden ayrılışı bakkal dükkanından alınan bir mal kadar hızlı ve dakik oldu.
Uzun bir yürüyüşte o yaşlıyla hiç konuşmadı zaman zaman nefesi kesildiği için dinlendiğinde alttan alttan süzdü onu.
Kayınbabam her hal.dedi içinden.
Otobüs yolculuğu da epeyce sürmüştü. Beton ve iki üç katlı bir evin önünde durdular. Yaşlı adamın arkasına takılarak ikinci kata çıktılar ve bir odaya aldılar onu. Bir kaç yaşlı kadın vardı hal hatırdan sonra karyolaları hazırlandı. Kadınlar çıktıktan sonra içeri o yaşlı amca girdi. Kapıyı arkadan sürgüledi üstünü çıkarmaya başladı.
İşte o an bir kez daha kara talihinin onu hayin bir biçimde vurduğunu anlamıştı.
İçeri girdiğinde yaşlı amca, ayağa kalkmıştı artık. Yapacak hiçbir şeyi olmayan Nazo soyundu. Güneş yüzü görmeyen vücudu karanlık odayı aydınlatmıştı. O simsiyah buruşuk suratlı, eli pütür pütür yaşlı, bedenine dokununca taş katı kesilmişti. İnleyişi kulaklarına unutulmaz bir ses olarak oturdu.
Bu birliktelik üç beş yıl sürdü.
Kocası ölünce iki oğluyla ondan kalma bir evde yaşamlarını devam ettirmeye başladı. Kaderin bu kadar acımasızca üstüne geldiği dönemde, şehirden kaptıklarıyla küçük bir dünya oluşturdu kendine, bebelerini büyütüyor onlarla renk veriyordu dünyasına.
Ancak kara yazısı burada da onu yalnız bırakmadı. Bu sefer kocasının ailesi namusumuz böyle ortada kalamaz deyince Nazonun hayatında bir fırtına daha koptu.
Bu kez de kocasının kardeşiyle imam nikahıyla evlendirildi.
Acımasız bu yaşam, Nazoyu erken büyütmüş olgunlaştırmıştı. Hatta otuz üç yaşında onu gördüğümde ağzında tek bir dişi bile kalmamıştı.