Mezarlık yüksek tepeye sırtını vermiş uzun bir burun üzerine kurulmuştu. Batısı karakavak koruluğu, doğusu ise yüksek otlar ile yer yer mezar sahiplerinin diktiği farklı tür ve on, on beş yaşını geçmeyen ağaçlardan oluşuyordu. Sabiha’nın mezarına ektiğim dikenli çamı unutmamak lazım. Beni mezarlığa taşıyan neden elbette Sabiha’ydı.
Orada derin bir huzur bulduğumu söylemeliyim. Bu yüzden her fırsatta gelip hasretimi giderir, huzura kavuşurum. Baharla beraber taze biten otların ve toprağın kokusu, yazın yakan güneşi, sonbaharın sararan tabiatın ve kışın bastıran kar yağışının yakın tanışıyım. Kim bilir, bu mezarlık toprağından topladığı ölüler gibi beni kanıksamıştır. Buranın rüzgârı beni kokumdan, bense onu her esişinde tohumları hünerle mezarlığın en kuytularına dağıtışına aşina olmuşum. Az değil, otuz yıldır hiç eksik etmeden gelirim. Gelirim; üstüme çöken özlemi, ruhuma dolan daralmayı dağıtmak için. Garip bir duygudur mezar taşlarıyla konuşmak.
Daha dört ay bile olmamıştı, kapılmasaydı elektrik akımına, kalbinin kundağında büyüyecekti sevdamız. Benim yaralı kalbimde büyüse de o sevda, hep kızıl bir kuş uçuyor bir yanından. Unutulmayan o an ve unutamayan ömrüm, o kızıl kuşun ardına takılmak istedim pek çok sefer; beceremedim. Uçamadım. Gelip gelip öyle duruyorum mezarının kapısına, pürüzsüz yüzüne dökülen kestaneye çalan dalgalı saçlarına dokunuyorum. Heyecanla alıyorum avuçlarıma saçlarını ve kahverengi gözlerine dikiyorum bakışlarımı. Konuşuyoruz… Dudaklarının arasına konan gülmeleri, kar beyaz dişleri ve kalbinin içinden çıkan kelimeleri dünyama ışık olup dağılıyor. İşte o an sevda ölümün karşısında ölümsüz oluyor…
Tertemiz bir yaz günüydü, yine gitmiştim Sabiha’nın mezarına. Karakavak korusuna rüzgâr dahil olmuş, yapraklar hep bir ağızdan hışırdıyordu. Nısman’ı taze kazılmış o mezarın başında tek başına, hıçkıra hıçkıra ağlarken gördüm. Elli metre uzağımızdaydı mezar. Bu gün Sabiha’yla ilk tanışmamızı konuşuyorduk. Uzun uzun konuştuk. Her zamanki gibi ben konuşunca biraz utangaçça gülümsüyordu ve gülümsedikçe gamzesi kuş yuvasına dönüyordu. Bana böyle gülümsedikçe ben de çenemi işletiyordum. Sabiha’yla doya doya konuşup vedalaştım sonra. Hayli zaman önce belki iki saatten sonra ayrıldığım mezardan, geldiğim yöne doğru yürüdüğümde, o mezarın başında Nısman’ı hâlâ ilk oturduğu halde ağlarken gördüm. İzleye izleye geçip gittim yanından. Biliyordum insanın sevdiklerinden ayrılış hallerini, böyle zamanlarda ağlamak gerçek anlamda ilaçtır. İnsanın ruhuna çöken ıstırap hafifliyor, üzüntü uçuyor, nefes aldırıyor. Artık mezarlıktan çıkmıştım ki, gayriihtiyari geri dönüp baktım. Nısman, mezarın başındaydı hâlâ ve bu kez ayağa kalkmıştı. Mezarın başına dikilmiş, yüksek bir mezar taşını andırıyordu uzaktan. Yürüdüm yoluma ama nedense içimde kaldı.
Üç gün sonra iş çıkışı eve gittim, bahçeden Sabiha’nın sevdiği kınalı kadife çiçeklerden bir demet koparıp mezarlığa gittiğimde Nısman, ilk gördüğüm gün gibi oturmuş ve aynı iç parçalayan ağlayışındaydı. O kadar hüzün ve ıstırap yüklüydü ki ağlayışı, eminim, bu mezarlıkta yatan herkes bir kez daha öldüklerinin farkına varıyordu. Onlarca yıldır gelip gittiğim bu mezarlıkta bu gariplikte kimseyle rastlaşmamıştım. Dikkatimi çeken bu adamda daha çok beni etkileyen bir yön var ama ne olduğunu tam olarak anlayamıyordum. Ben de vaktinde böylesi bir renk hüznü taşıyordum ama yine de bu ortak yönümüzü aşan bir durum hissediyordum.
Sabiha’nın yanına vardım. Kınalı kadife çiçekleri mezara bıraktım, mezardaki diğer çiçekleri sulamaya başladım ki, Sabiha mahmur gözleri uykuda uyandı. Sarıldık, iki damla su gibi bütünleştik. Daha dün gibi mezara gömüldük. Dudağına ilk öpüşümü kondurdum, içime içime yel kokusunu çektim. Az sonra bir derenin yatağına çarpan ses gibi Nısman’ın ağlayışı geldi kulağıma. Duyuyordum berbat eden bu ağlayışı. Sırf o yüzden ölüm ekmek olsa, boğazımdan geçmez. O derece kindarım. Su yüzlüme veda edip ayrıldım çok sonra.
Hiç şüphesiz, Nısman aklımdaydı. Bu esrarengiz adam bende bir merak uyandırmıştı. Acımak gibi bir şey değildi bu. Daha çok bilmediğim hikâyesinin yarattığı acıydı beni etkileyen. Mezarın başındaydı daha Nısman. Yakınlaştıkça hıçkırıkları daha net duyuluyordu. Açık kalmış bir çeşme gibi… Boğazına iliklenmiş acı içinde, adeta mezara gömülmüştü. Tek bir an bile kaldırmadı başını. Böyle zamanlarda tanışıklığım vardı. Her attığım adımla, onu duya duya geçip gittim yanından ta mezarlığın çıkışına kadar. Bir tümseğe çömelip sigaramı yaktım. Şimdi onu bekliyordum ama ne için beklediğimi bilmiyordum. Beni orada tutan garip duygularıma söz geçiremiyordum. Tek başına acıyla baş başa kalmış bu adam, güneşin batışından sonra kalktı yerinden ve yürüdü. Ağır, yorgun, bitkin, ağlamaklı ve topallayarak geçti yanımdan. Ne olursa olsun dayanamayacak kadar kederliydi. Beni görmesi imkânsızdı bu kederin içinde. Akşam karanlığı çöküp, evlerin ışıkları görünmeye başladığı ana kadar takip ettim onu. İki yamaca kurulan mahallenin berbat yolunda silueti kaybolana kadar baktım ardından ve ben de eve doğru yürüdüm.
Bir sonraki gün tatildi. Öğlene doğru çıktım yatağımdan; çayımı demleyip, fırından pide aldım. Bir yandan gazeteyi okurken bir yandan da kahvaltımı yaptım. Tembelliğin verdiği burukluğumdan sıyrılıp öğlen sonrası mezarlığa doğru evden çıktım. Berrak gökyüzüne sımsıcak bir güneş konmuştu. İçimden belki ihtimalinin çok üstünde hemen hemen emin olarak Nısman’ı göreceğim geçiyordu. Ki öyle oldu. İsmini öğrenmeden önce “esrarengiz” adam diye geçiriyordum içimden. Yine dizlerinin üstüne çömelmiş, başı iki dizinin üzerinden mezara dikilmiş vaziyetteydi.
Sabiha’nın mezarına vardığımda güneşin sıcaklığı bedenimde hararet yapmış, terlemiştim. Sırtımı çam ağacının gövdesine yasladım ve Sabiha’ya seslendim. Peri gibi açtı mezarın kapısını ve yüzünü gösterdi. Mütalaasız iki güneş vardı. Şimdi içinde bulunduğum atmosferde, sohbetimiz yine aşkı var edip, ölüme sıktı. Gülen yüzünden bir sıkımlık alıp ayrıldım.
Az sonra da Nısman’ın yanında otururken gördüm kendimi. Ama o fark etmemiş halde pozisyonunu bozmadı. Haddinden fazla üzgündü. Siyah ama düz ve bakımsız saçlarının arasındaki beyaz teller upuzun görünüyordu. Yanık tenine eğildiği yöne doğru dökülmüştü düz kâkülü. Elleri dizlerinin üstündeydi. Fakat sol elinin serçe ve yüzük parmağını ilk bakışımda göremedim. Halsiz ve bitkindi. Dakikalar sonra başını kaldırır gibi yaptı ama yüzüme bakmadı. Orada bulunuyor olmama dair olsa gerek “Dayîka mine!” dedi. Sustu… Ne cevap vereceğimi bilemedim bir an, fakat gayri ihtiyarı de olsa “Dayîk bîsta mala ye, le jîyan berdevame hevceye ku mirov gel mirîda ne mîre, sere’ te û malbata te sax be!” cümlesi döküldü. “Min kesek xwe tune!” diye cevap verdi. Şimdi, az önce uzun düz ve siyah bakımsız saçlarının döküldüğü yüzünü daha iyi görüyordum. Sol gözü çukurlaşmış, kapakları kapalıydı. Sağ gözünün beyaz akının üstüne parlak bir yeşil dünya küresi oturmuştu adeta. Sakal ve bıyıkları kederli titrek dudaklarının etrafını iyice kapatmıştı. Ağırlıklı mavi kareli gömleğinin cebi dikişinden açılmış, aşağı sarkmıştı. Bir hayli zaman böyle oturduk. İki yabancı aynı mezarın başında bekleyişimizi sonlandırmak ikimizin de aklına gelmiyordu bir türlü. Neden sonra oturduğu yerden doğruldu? Sağ eliyle saçlarını yüzünden arka doğru itti. Az önce bir yumruk kadar ufak beden, uzun ve sıska bir biçimde ama tir tir titreyerek ayaktaydı. Bende doğruldum, mezarlığın çıkışına doğru beraber yürüdük. Konuşmuyorduk ama iki yabancı, iki ayrı hikâyeyle aynı mezardan kalkmış ve aynı istikamete doğru yürüyorduk. Ama takati yoktu ve bitkindi Nısman. Anayolun kıyısına iyice çekilmiştik. Söze nasıl başlayacağımı, nereden başlayacağımı kestiremiyordum. O da konuşmaya hiç istekli değildi. Bir refleksle cebimden sigara çıkarıp uzattım, tereddütsüz bir dal sigara aldı. İçindeki hıçkırıkları dolu bir nefes alarak, sigarayla bastırdı. Akşama yakın dönerci ve esnaf lokantasının bulunduğu sokağa vardığımızda, yağ ve yemek kokuları duymaya başladık. Yemek yiyecektik, küçük bir konuşma yapmıştık yürüdüğümüzde ve adının Nısman olduğunu da o yürüyüşte öğrenmiştim. Oturduğumuz lokantada yemeklerimiz siparişten sonra servis edilmişti. Yemek yerken üç – beş gündür hiç yemek yemediğini öğrendim ama buna rağmen tabağındaki yemekleri bitiremeden eve gitmesi gerektiğini söyleyince, lokantadan ayrılıp onu evinin bulunduğu mahalleye doğru çarşının başka bir sokağına geçtik. Karanlık hakimdi artık gökyüzüne, esnaf vitrinlerinden parlak ışıkları yayılıyordu etrafa. Bir tekel büfesinin önünden geçerken içki kokuları yayıldı. Durur gibi yaptı am bakışları kaldırımdaydı. Yerde daha yeni atılmış bir izmarit duruyordu ama yürümeye devam etti. Geçen akşam onu takip ettiğim yere kadar ona eşlik ettim. Cebimdeki sigara paketin ona ikram ettim. Adlı. Sonra ayrıldım. Vedalaştık mı yoksa ayrıldık mı hiç belli değildi. Bu az konuşan, hüzünlü, kapalı, esrarengiz adamdan ayrılıp, eve doğru yol aldığımda da bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Bir ayağı topallıyor, iki parmağı yok, gözü kapalı yalnız adamın hikâyesinin öyle merak ediyordum ki…
O günden sonraki Perşembe günü Sabiha’nın mezarına gitmek için, izin alıp erken ayrıldım işten. Neredeyse çeyrek yüzyıldır kullandığım emektarıma bindim, doğruca mezarlığa gittim. Daha girişinde mezarlığın, gözüme ilişti Nısman. Yine oturmuş ve mezara gömülmüş bakışlardaydı, yanından geçip Sabiha’nın mezarına vardım. Ama geçerken seslenmiş, selam vermiştim Nısman’a. Gider gitmez toprağa uzanmış güneşime, Nısman’dan söz ettim. Çok yalnız ve bir o kadar garip bu adamı ona anlatınca sesimin titremesine üzüldü. Parçalanıp üstümüze dökülen yaşamın ağırlığı altında ezim ezim ezilirken bu hayata tutunmanın zorluğunu biz iyi biliyorduk. “Onu dinle” diyecekti bana, eğer yaşasaydı Sabiha’m… biraz sonra Sabiha’ya vedamı bırakacaktım ki, Nısman yanıma oturdu. Üzgünlüğe alışık olan ben de direkt “Sevgilim” deyip, mezarı işaret ettim. Bir şey demedi, başını “Anladım!” dercesine salladı. O andan sonra ikimizde soluksuz konuştuk. Bütün mezarlık bizi dinliyordu sanki. Muazzam bir matem havası altında hikâyelerimizi birbirimize anlattıkça anlatıyorduk. Sigara ateşi, duman, sözlerimizin eşliğinde, güneş kızıllığını gökyüzünden çekti ve karanlığın siyah perdesi çöktü mezarlığa… Artık mezar taşlarının gölgeleri kaybolmuştu. Kalktık ve yürümeye başladık. Mezarlığın dışına park ettiğim emektara binip, geçen gün yemek yediğimiz esnaf lokantasına doğru hareket ettik. Ara ara konuşuyorduk. Yine bitmek tükenmek bilmeyen hikâyelerimizin içine dalmıştık, belli ki bundan sonra birbirimize anlatacak çok şeyimiz vardı; her konuşmamız yeni bir konuya, oradan başka bir hayat parçamıza odaklanıyordu.
Nısman, daha yeni başladığı okula ve tanıdığı tek yer olan köyünden, binlerce boşaltılan köy gibi ayrılmak zorunda kaldığında sekiz yaşındadır. Bütün köy gibi onlar da geride taş evlerini, bahçelerini, tarlalarını, meyve ağaçlarını, mezarlarını bırakmışlardı. Onun deyişiyle, “Kırmızı başlı kamyon” gelip kapılarına durmuş; annesi, abileri, ablası ve ev eşyalarını atıp kamyonun kasasına bilmedikleri şehre doğru, karanlıkla birlikte yola çıkmışlardı. Ne var ki köy yolu ve yaşlı kamyon ağır ağır yol almalarına sebepmiş. Kendisi ile ablası kamyonun kasasında, eşyaların arasında, abileri ile anneleri şoförün olduğu yerde yolculuk yapıyorlardı. Kamyonun kasasından her tümsek ile acayip gıcırtılar, takırtılar geliyormuş. Zaman zaman kasadan başını kaldırıp, gittikleri yöne doğru bakarken düz saçları tıpkı arkadaşlarıyla top koşturunca ki gibi rüzgârda havalanıyormuş. İlk başlarda endişeli olan hali bu durum karşısında yerini heyecana bırakıyormuş.
Heyecan, özlem, belirsizlik onun çocukluğunun bu yolculuktaki ilk tanışıklığı olmuştu. Acaba gittikleri yer nasıldı? Arkadaşlarını bir daha görebilecek miydi? Okula gidip oyun oynayabilecek miydi? Sorular ve yolculuk geçtikleri uçurum kıyılarında aklını kurcalıyordu. Mecburi yolculukta bunları çocuk aklıyla idrak etmeye çalışırken, birden, kamyon dengesini büyük bir gürültü ile kaybetmiş. Anlam veremediği bu gürültü ile birlikte sert bir şekilde, bir yere çarptıklarını anlamış. Hepsi on – on beş saniye süren bu gürültüden sonra bir sessizlik hakim olmuş ortama. Korku ile ağlamış. Annesine seslenmiş. Çok geçmeden ablası yardımına gelmiş, bulunduğu yerdeki eşyalardan kurtarmış ve onu yola doğru taşımış. Ayağı ve eli bu taşıma esnasında feci bir şekilde ağrıyormuş. Ablası onu yola bırakıp, tekrar düştükleri yere doğru giderken ona korkmamasını söylemiş. Elini gözünden akan sıcaklığa uzatmış, koca bir et parçası gelmiş eline, korkusu artmış; sonra bacağının ağrıyan yerine dokunmuş, sanki kemik parçası çarpmış eline ve parmaklarına dokunduğunda sadece dayanılmaz acı hissetmiş. Doğadan gelen sesler, karanlık, çektiği ağrılar, şimdiki yalnızlığı onu hepten korkutmuş ve o korkuyla annesine seslenmiş. Uzak çakal sesleri, kurt ulumaları gibi sesler yankılanıyormuş geceye… O anda ablası ve annesi yanına gelmiş. Kadın hemen bir ateş yakmış; hem işaret verip yardım çağrısı yapmak hem de Nısman’ın yaralarına bakmak için. Nısman’ın elini, ayağını desmal ile kemikleri geri iterek uç uca gelecek şekilde bağlamış. Ateşe rağmen imdatlarına gelen olmayınca, çaresizce sabaha kadar beklemek zorunda kalmışlar. Abileri ile şoför ise büyük bir kayaya kafa üstü çarptığı için kamyon, onları sıkıştıkları yerden çıkaramamışlar. Gün aydınlanınca kimse yardıma gelmemiş, kadın çaresiz bir şekilde oğlunu sırtına alıp ablasıyla birlikte en yakın köye saatlerce yürümüş. Kan ter içinde vardığı köyde, köylülerinde yardımıyla şehirdeki hastaneye ablasıyla birlikte gitmiş. Anne de diğer çocuklarını kurtarmak üzere, köylülerle birlikte, tekrar kazanın olduğu yere gitmiş. Ama onlar için yapacak pek bir şey kalmamış. Ablası yatak ve yorganları arasında olduğu için, annesi de kaza kaza anında açılan kapıdan fırlamış olduğundan abilerine göre şanslıymışlar. Annesi hastaneye, cenazelerle döndüğünde öğlen sonrasıymış. Nısman’ın ayağı ameliyat edilmiş, parmakları tedavi edilmiş, tabii gözü de. Geceye doğru kendine geldiğinde başucunda annesi, ablası ve doktor varmış. Ağrıları nispeten dinmişti. Abileri gidip geldiğimiz mezarlığa defnedilmişti. Hastanedeki yatışı, doktorun durumu bilmesi; yani gidecekleri kimi kimseleri ve evleri olmadığı için, biraz uzatılmış. Anne, köyde geçimlerini yaptıkları hayvanları bir tüccara satmıştı. Eldeki parayla iki gözlü, biraz bahçesi olan bir ev almıştı o arada. Nısman’ı hastaneden alıp, yeni evlerine gittiklerinde alçılı bir ayak ve hastanede bıraktığı iki parmak ile bir göz kalmıştı. Yeni evlerine yerleşip, kazadan sağlam kalan ev eşyalarına da kavuşunca geriye yeni bir hayat kurmak kalmıştı. Okullar açıldığında Nısman’ın ayağı alçıdan kurtulmuştu ama topallıyordu. Annesi, ablası ile onu okula kaydetmişti. Kazadan dolayı düştüğü fizik durumu ile sık sık alay eden arkadaşlarına rağmen ilkokul diploması alana kadar direnmiş, sonra pes edip annesine yardım etmek için çalışmaya başlamıştı. Ayakkabı boyacılığı, bulaşıkçılık, hamallık yapmıştı. Ablası ise başarılıymış ve üniversiteye gitmiş, matematik öğretmeni çıkmıştı. Ancak onları her seferinde vuran hayat, bu kez de ablasını yakalamıştı. Öğretmen olduktan sonra evlenmiş ve kocasıyla İstanbul’a yerleşmişti. Birkaç zaman sonra kocası öldürmüş, hapse girmişti.
Annesi o ölümden sonra, büsbütün perişan olmuş, üzüntüsünden artık kahrolmuştu. Her konuşmasının arasında “babasızlıktan” söz ediyordu. Eğer babam o illet hastalığa yakalanıp ölmeseydi bunlar başıma gelmezdi diyordu. Kötü talihleri hiç yakalarından düşmemişti. Bulaşıkçılık yaptığı lokanta sahibinin eline baka baka, yemek yapmayı da kavramıştı. Ancak bir türlü ona yemek için çok ısrar etmesine rağmen fırsat vermeyince, ayrılmıştı işten. Sonra lokantada tanıştığı bir inşaat şantiyesi sahibi, ona şantiyede yemek yapması için iş verince uzun yıllar o şantiyede çalışmış, kendini sevdirmiş ama çok da lezzetli yemekler yapıyormuş. Geçen sene şantiye sahibi iflas edince işsiz kalmış, annesi bunun üstüne onu teselli etse de üzüntüsünü gizleyemiyormuş. Koca, evlat acısı, yoksulluk; üstüne benim işsizliğim de iyice tuz biber olmuştu. Eğer bu yazgıysa ve bu yazgının içinde imtihana tabi tutulmuşsak, bize başarmak için zerre imkân bırakılmamıştı dediğinde, dişleri birbiriyle savaşıyordu sanki. Yeryüzünün tüm imtihana tabi tutulanlarından kendisine ve ailesine kocaman kocaman, yani taşınamayacak kadar ağır ölümler kalmıştı adeta… Yol – iz bilmemelerine karşın çarpıştıkları hayata her adım başı yenilmiş olmanın verdiği berbat hal, onu da takatten düşürmüştü.
Çok uzun sürmeyen işsizliğinden sonra yine iş bulmuştu. Annesinin öldüğü gün Pazar’mış. Haftanın yorgunluğunu atmak için öğlene kadar uyumuş. Uyanınca salonda, lavaboya çıkmak istemiş, annesi seccadenin üzerine yüz üstü devrilmiş şekildeymiş. Koşmuş ama nafile. Sabah namazına durunca, yorgun bir o kadarda yalnız kalbi dayanamamış, seccadenin üstüne devrilmişti. İşte bu yüzden hep kendini suçluyordu. “Eğer erken fark edebilsem, yani uyanabilsem belki hastaneye yetiştirir, ölümünün önüne geçebilirdim” demeden alamıyordu kendini. Annesine olan alışkanlığı da, kendi de artık koca hayatta yalnız kalmıştı. “Annemin yüzüne bakacak yüzüm yok, o yüzden mezarına gidip toprağına bakıyorum. Ömrünü bize feda eden iyi yürekli anam, bir kez dahi renkli bir fistan – entari alıp giymedi. Karalarla geçirdi hayatını ve kara toprağa öylece uzandı en son beyaz kefeniyle…” Ah çekiyor ve “ Babam yaşasaydı bütün bunlar olmazdı” diyordu bir akşam oturup, birlikte o dördüncü birasını içerken. Sigarasından deli deli aldığı nefeslerle, dolu dolu savurduğu dumanlar kalıyordu masamızın etrafı.
Sakalı ve bıyıkları arasına sıkışmış dudaklarından kelimeler yerine, sağanak hüzün yağıyordu. Yağmur bulutlarını andıran dumanların altında gözleri yaşarıyor ve eliyle kurutuyordu. Bütün bedeni o ağlayışa eşlik ediyordu; saçları, elleri, yanakları, dudakları… Bazen beni bana hatırlatan anlar yakalıyordum ama bir insanın ciğerindeki yangını ilk defa görüyordum bu kadar yakından. Susarak ve sığınarak içtiğim içkinin tenhasında kalmak istiyordum. Yeryüzünün bütün kara parçalarında yaprakları dökülmüş iki ağaç gibi yalnızdık. İki mezara gömmüştük kalabalığımızı, mezar toprağı bizi yalnızlığa itmişti. Sonra… Sonra, bir stran yükseldi Nısman’ın yanık sesinden, “Le le daye, le le daye; Ez qurbanê te me daye!”