Yaşlı dünyanın bir kıtasında Zagros dağlarının kuzeyinde sımsıcak gecenin uyku saatlerinde gökyüzüne dönüp yıldızların arasında bulmaya benzer seni düşünmek…
Kulağınızı kabartırsınız gözleriniz boşluğun içinde kaybolmuşken kavak ağacına çarpan rüzgar yaprakların hışırtısını taşır kulağınıza… Ama gözleriniz o boşlukta ceylan telaşında bir bakış arar hala. Yürek öykünür Zerdalinin hayaline.
Zerdali zamanın ateşle gösterildiği coğrafyada bir annenin sancılarından çıkagelmişti. Kundak bezinin bağcıklarıyla sımsıkı bağlanırken endamı narin olsun diye düşünüldü. Kaç zaman sonra kundağın bağlarının altından kurtardığı minnacık ellerini özgürlüğe armağan ediyordu.
Korkuyla ecelin öpüşmeyi haram kıldığı ancak yorgan yatak çoğalma arzusunun çoğalttığı Zerdali ellerini esaretten kurtarınca geceye karışan kelebekler gibi o cam elleri ve parmakları düşürüyordu boşluklara bir ileri bir geri…
Özgürlük güzel eder doğayı, insanı her bişeyi…
Zerdalinin annesi Ermeni komşuları Arevhat’ın kendi annesine armağan ettiği mavi renkli boncuğu kundağına iliştirdi. Onun için çok değerli olan bu hediyeyi yine çok değerli olan kızından başkasına veremezdi. Belki büyüyüp anlar yaşa geldiğinde Zerdaliye bu hediyenin anlamını anlatabilirdi.
Kaç kuşak bu coğrafyada iklim böyle bir temmuz sıcağına rast gelmemişti.
Sıcaklar güneşe yakın bu kara parçasında rüzgarın namusudur yoksa eritir dağları taşları yakar cümle bitkileri.
İşte bu ahval içinde bir yandan bedenime düşen ter damlalarını kovarken bir yandan da zerdalinin öyküsünü çağırıyorum içimde mırıldadığım “Vay dilberé” kürdisiyle.
Çocukluğu yukarı çağlayanın sol yamacındaki Kevzan ağaçlarının arasındaki evlerinde geçti. Büyürken kadına biçilen gömleği giyerek büyüdü. Namus zulmünü kadına yakıştıran softanın abdest suyunu taşıttığı kadın olarak büyütülecekti.
İlkin ellerini zulümden kurtaran o minnacık beden göğerince ayla ışıyan bir yüze kavuştu. Orman yangınlarına çeken alev saçları oldu. Gözleri Zümrüt ile mor bir çarpışmadan doğmuş gibi kaşlarının altına yuvalanmıştı. Dudakları deryaya yarım batmış güneş tavında tamamlıyordu suretini.
Dedim ya güneş suyu çimdikliyordu…
Zerdali o yaşlarda elifbayı bitirmiş cüzileri ezberliyordu. Okul olsa belki okula da giderdi. Hatta geçen yaz dişinin ağrısı için gittiği şehirde okulu görmüş orada unutmuştu kendisini bir gün mutlaka okuyacağını aklına koymuştu.
hiç bilmediğin
bir adı var seni görmenin
sonra akarsuya bırakırsın kendini
eğer bir ses bitimindeysen
dinsiz bir delilikte seviyorsan
dilsiz de tarif etmektir benimkisi
kuşlarla birlikte
Süleyman’ın alfabesinden
Ama zaman koşar adım gidiyordu ve oda durmadan büyüyor, boy veriyordu. Köyün kızları bir araya gelip erkelerin oynadığı oyunları uzaktan seyrederken o durmadan düşünüyordu kadın olmanın neden bu kadar arka sıralarda olduğunu. Tanrı tuzunu mu az koymuştu, hamuruna su mu bandırmamıştı kadının acaba.
Ellerinin arasına aldığı kafası çatlarcasına ağrıyana kadar düşünürdü. Bir yorgunluk gelip bulunca da göz kapakları kapanır yorganın altına gömülür uyurdu…
Her sabah her sabah uyandığında biraz daha irilendi göğüs sepetinin üstü. Gömleğine sığmayan göğüsleri gibi kafasına sığmadı kadın yaratılmanın eksikliği… Babasına ibrik ibrik su taşıyan, koyun sağan, peynir kuran, kaba-kacağa yetişen annesi gibi olmak istemiyordu.
İçine saplandığı bu karanlığı aşkla dağıtma yaşına geldiğinde kaçınılmaz son kapılarını çalmaya başladı. Biri biri ardına gelenleri “istemiyorum” asiliği ile gönderebildi bir zaman kapıdan. Gençliğinin en asi zamanında babasına kadınlık yapan annesi de üzerine gelince uykuları kaçtı. Böyle böyle gençliğinin farkında olmadan ona giydirilmek istenilen kadınlık gömleğine sığdırılmaya çalışılıyordu.
İşte böylesi zamanlarda Küçük aynasını alır konuşmaya başlardı… “Nevniqamin! Nevniqamin! Ka beje ez çi bikem”
Onun akranı birkaç kız çoktan evlenmiş gitmişlerdi koca evine hatta ondan yaşça küçük Nevrin’de evlendiğinin üçüncü ayında çenesinin altına bıraktığı av tüfeği ile hayatı sonlandırmıştı. Çok severdi Nevrini…
…
O yıl kış uzamıştı. Nevrozda dahi kar hala erimemişti. Zerdali, evlerinin arkasındaki ahırın önünde koyun ve kuzulara verdikleri otların kuruyan artıklarını bir yere toplayıp ateşe verdi. Bütün köyün gençleri ve çocukları da uzayan kışın bunaltısıyla karlar üzerinde yakılan bu ateşin onlara bahar getirmesini ve dağlarına arasına kapanan özgürlüklerinin gelmesini dileyerek oraya toplanıp halaylar çekmeye başladılar.
Ay gecede parıl parıl parıldarken ateşleri hala yanıyor ve halayları hala devam ediyordu. Martın bu karlı gününün bitiminde herkes evlerine çekilirken neredeyse şafak açacaktı.
İşte o nevroz ateşi ona gönlünü kaptıracağı Cemili getirmişti. Bahar açar açmaz cemil gelip isteyecekti sözlenmişlerdi kendilerince. Gönül evine koyduğu bu delikanlı köyün şehirde okuyan birkaç kişisinden biriydi.
Mayıs ayı geldiğinde topraktan başını kaldıran otlar ve dallara patlayan tomurcuklar gibi onlarda aşklarını yaşamaya başladılar.
O gün sevdiğinin şansına ava gidecekti Cemil çünkü dün gece sevdiğinden çok güzel bir armağan almıştı. Avdan döner dönmezde Zerdaliyi istemeye gidecekti ailesi. Ama cemil kimsenin hiçbir zaman öğrenemediği bir şekilde dağların içlerinde sırtından aldığı bir yarayla ölmüştü o avda… Haber diğer gün dönmeyen Cemili arayanlarca geldi köye.
Zerdali, bitmişti… O renkli gözlerine bir bilmezden gelen karabulutlar çökmüştü. Birkaç gün yalnız başına gitti çağlayanın altına ikisi birden çağladılar. Kadın bu dağlarda sevdiğinin armağanını namus belası yapamazdı…
Çok geçmeden baharda deliye dönen köy deresinin başına geldi annesinin ona verdiği mavi boncuğu tahta köprüye astı, kendini buz gibi soğuk ve derin suyun akışına bıraktı…
Mavi boncuğun sahibi yallar önce bu köyden ayrılıp gitmişti en son sahibi de terk edip gidince mavi boncuk Zerdalinin annesine kaldı yine… Ne Arevhat ne de Zerdaliyi gören oldu bir daha mavi boncuğun çocukları ayrı ayrı yaşam dilimlerinde ama aynı öyküde buluştular…
Mavi boncuklu Zerdali
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.