"Elma al olanda gel
Ayva, nar olanda gel
Hasta düştüm gelmedin,
Bari can verende gel."
Bir Dîyarbekir şarkısından (Kemal Pir'in vasiyetinden)
Yakın günlerde üç görsel metinle buluştum...Biri, gerçek hayattan alınan bir sinema filmi: "Açlık"...Diğeri, adına belgesel dense de değil, bir sözlü tarih çalışması: "5 nolu cezaevi". Üçüncüsü ise, bir kısa film: "Deng, Sesler"...
Seksenli yılların zindanı, zulüm ve eziyet mekânı, tarih durdukça Kürtler üzerine siyasal ve insani manada, edilecek bütün kelamların, yürütülecek bütün siyasetlerin kanımca miladı olacak bir tersten "okul" Diyarbakır Beş Nolu.
Demirel'in belgeseli biraz kısaltılabilir
Bugüne kadar benim bildiğim 7-8 kitap yazıldı Diyarbakır İşkencehanesi üzerine. Çizimler, öyküler ve görsel belgeseller yapıldı. Çayan Demirel'in 5 nolu'su bu görsel metinlerden biri. İki kez izledim. Daha önce "Dêrsim 38" belgeselinden tanıdığım Çayan Demirel, bir sözlü tarih çalışması yapmış beş nolu ile.
Bugüne dek çeşitli yazılı metinlerden aşina olduğumuz anı, anlatıların kamera dili de kullanılarak görsel paylaşımı beş nolu.
İfade etmeliyim ki, konuya ilk kez vakıf olacak, haberdar olacaklar açısından bilgilendirici Çayan Demirel'in çalışması. Ama eleştirilerim ve bir önerim olacak filme dair. Konuşturulan şahsiyetlerin büyükçe bir bölümü farklı açılardan birbirini tekrarlayan yaşanmışlıklardan söz ediyorlar. Yönetmenin ifadesine göre yansıtılanlardan çok daha fazla ve çok daha uzunca görüşmeler yapılmış olmakla birlikte metin birbuçuk saatle sınırlandırılmış.
Mevcut halinin yerine, tekrarlardan kaçınılarak, bir de deyim yerindeyse insan bedeninin küllerinden doğan Kürt özgürlük mücadelesinin hangi zulüm koşullarında boy verdiği vurgusunu da bir miktar öne çıkararak, kırk dakikayı aşmayan vurucu bir belgesel haline dönüştürmek mümkün Diyarbakır beş nolu'yu!
Bir de birkaç dile ayrı ayrı çevrilerek hikâyeyi dünyaya anlatan bir çalışmaya dönüşseydi, meseleyi bizzat yaşamış insanların, yaşadıklarını kendilerinin de izlediği bir çalışma olmaktan kurtarılabilirdi diye düşünüyorum...
Bulut'unki, 24 dakikalık görüş günü hikayesi
Deng, Sesler; Filiz Işık Bulut'un yine Diyarbakır beş nolusunun bu defa tutuklu yakınları üzerinden sadece "içerinin" megafon ya da insan sesiyle dışarıya dışses, ama içerden ses veren 24 dakikalık bir görüş günü hikâyesi. Çok vurucu ve etki gücü yüksek. İnsani kaygıları olan bir kısa film.
Görüş günü cezaevi yakınındaki bir evi, görüş saatine kadar kullanan tutuklu yakınlarının ev halkıyla ve birbirleriyle, tümüyle hapishanenin yoldaş yakınlığı üzerinden bir paylaşımı. Bir tarafta mahpus yakınları var. Öte tarafta şehrin hengâmesi içinde hayatını bir şekilde sürdürmeye çalışan bir aile.
Gece içerden gelen işkence seslerini çocuklar duymasın, psikolojileri bozulmasın diye çocukların kulaklarını bez parçalarıyla bağlayan baba. Öte tarafta her gün aynı eziyete katlanmanın ağır yükünü artık kaldıramayacağını dile getirip kocasından başka bir eve taşınmalarını isterken, bir yandan da "Ya biz, bu evi boşaltırsak, bu insanlar karda kışta ne yaparlar?" sorusunu aynı zamanda kendine ve insanlığa yüksek sesle soran bir kadın...
İRA filminde, Diyarbakır'ı görürsünüz
Ve iki çalışma olan sözlü tarihle kısa filmin kamerayı zoomladığı mekânın, dünyanın bir başka coğrafyasına denk düşen filmi, Açlık.
Açlık bir IRA filmi. Kuzey İrlanda'nın bağımsızlığı için mücadele eden IRA üyelerinin Maze işkencehanesinin H bolklarında "yıkanmama" ve "tek tip elbiseleri giymeme", sonra da bedenlerini açlığa yatırarak "ölüm orucuna" girmelerinin ve liderleri Boby Sands'ı ölüm orucunun 66. Günü 5 Mayıs 1981'de yitirişinin hikâyesi. Tarih 1981.
İngiltere Başbakanı "Demir Leydi" lakaplı Margaret Thatcher filmde sürekli arka planda sesleniyor. Tutsakların hiçbir siyasal ya da insani talebinin kabul edilmeyeceğini vurguluyor. Maze işkencehanesinde Diyarbakır beş noludan dolayı hiç de yabancı olamadığımız görüntüler.
Hayat çoğu kez aslında bir tek insanın sözünde gizlidir. Ve sözle, kelamla kendini ele verir hayat! Bütün acımasız zulümlerin bir sözle kırılma ve tarihe kalma noktası vardır.
80'li kan-revan yılları Diyarbakır beş nolunun önü ve tutuklu yakınları görüş için içeri alınmayı bekliyorlar. Beş nolunun zalim yüzbaşısı Esat Oktay Yıldıran nöbetçi kulesinden eli belinde halkı izlemekte.
Senin anan da bilseydi seni doğuracağını...!
Esat Oktay iner tutuklu yakınlarının arasına ve ilk karşısına çıkan yaşlıca kadına hitaben; "Eh anneciğim görüyorsun işte çocuklarınızın sizlere çektirdiği eziyeti. 'Keşke bu çocuğu doğuracağıma, taş doğursaydım' dedin mi hiç!"
Ana yüreği bu, evladı için yansa da sözünü esirgemez. "Hiçbir ana bilmez, bilemez doğuracağı evladının ilerde ne olacağını! Senin anan da bilseydi evladının bunca zulme sebep olacağını, doğurmazdı her halde seni"...
Yer, öfke, kırılma, hatta kopuşa bırakıyor
İşin açıkçası yüzleşmek her daim acımasızdır. Hem mağdurlar, hem de failler açısından. Araya uzun yıllar girse de, fail ve mağdurlar tarih sahnesinden çekilmiş olsalar bile, bu kez mağdurların yakınları ya da yakın duranları yüzleşmedikçe, yaşanan ve yaşatılanları bir özür ve telafi mantığı içinde hayatın kamerasının önüne oturtmadıkça yürek soğumuyor. Burukluk ve hüzün yerini öfkeye, kırılmalara hatta kopuşa bırakabiliyor.
İçimden geçen, tutuklu ya da hükümlünün yatmak zorunda bırakıldığı mekâna, mekânlara "Mahpushane" demek! Hani şairlerin ağız birliği etmişçesine "Mahpusun içinde üç ağaç incir / Elimde kelepçe boynumda zincir" ya da "Mahpushane seni yapan kör olsun" dediği türden "Mahpus damı" demek. Ama inanın ki 80'li yıllarda siyasi tutsakların yattığı Diyarbakır beş nolu'ya da, İrlanda'daki Maze'ye de; hatta döneminin Mamak ve diğerlerine de "Mahpushane" demek çok masum kalıyor.
İşkencehaneleri hiç unutmamak, unutturmamak
O nedenle yaşatılanlara bakıp da mahpushaneyi daha "masum" düşünüp anılan işkencehaneleri hiç unutmamak, onlar üzerinden bir tarih bilinci ve okuma geliştirmek sanırım insan yanımızın vicdani sorumluluğuna denk düşüyor...
Ne iyi ki; bu tür görsel ve yazılı metin çalışmalarını, eksik ve gediklerine rağmen yapan güzel insanlar var. Galiba onları kutlamak ve onlara minnet borcumuzu, hiç değilse takdir ederek ödemek gibi bir borcumuz olmalı...