Louis Ferdinand Celine; “Değer taşıyan tek hikâye, bedelini ödediğinizdir” der.
Bu bağlamda baktığımızda daha ömrünün baharı yirmili yaşlarının henüz başında iken, siyasi tutuklu olarak mahpus hayatı başlayıp 23 yıldır yatan ve kendisinin “az kaldı” dediği ama af gibi bir durum söz konusu olmazsa yedi yıl daha yatacak olan Nibel Genç, ne ağır bir bedel ödediğini belki de yazdığı ve yaptığı edebiyatı ile biz dışarıdakilere birgüzel anlatıyor.
Nibel Genç ismine ilk evvel Aytekin Yılmaz’ın bir zamanlar çıkardığı (şimdi çıkıyor mu bilmiyorum) “Mahsus Mahal” Dergisinde rastlamıştım. Mahpushaneden yazanlar ve o dergide öyküleri yayınlananlar içinde üslubu ile kendini fark ettirdiğini hemen görmüştüm.
Yaklaşık bir aydır döne döne Nibel’in ilk romanı ve taze kitabı “Mısır Koçanlarını Kızartan Koku”* kitabını okuyorum.
Meyman; Kürtçenin Zazaki Lehçesinde konuk anlamına gelen (kurmanci’de mêvan) Dêrsim coğrafyasında bir köy. Nibel Genç’in romanının büyük bölümünün mekânsal manzumesi.
Ezima, Waye İvrayim, Arakel, Kivare gibi “aykırı” adlarla; alışıldık ve gündelik hayatta sıkça karşılaşılan adların hikâyeleri.
İnsan tekinin aslında kendisinin de hikâyenin bir yerine tutsak olduğunu bildiği, ama nedense anlatılanları dinlerken (ya da yazılanları okurken) kendini hikâyenin konuğu gibi hissetmesinin metinleri. Oysa hikâye(ler) çok tanıdık!
Hafızanın anlatılanların hayli ötesinde, metnin görünürkılınırlığında olduğu gerçeğini bize bir kez daha anımsatan edebiyatın gücü.
Üzerine gül motifleri işlenmiş bir ceviz sandığın kilidi açılır. Keçi kılından bir heybenin içindekiler ortaya saçılır. Çocukken “hep bir rüyaya uyanmak” isteyen roman kahramanının uyanmayı tasarladığı rüyasının, aslında gerçeklik olduğu ifşa olur.
Dedesinin hatıraları için ata dede topraklarına ayak basan Arakel’in; dedesinden yadigar kaldığı söylenen kasketi başına geçirip, dedesinin gözleriyle dünyaya bakarsa, öte yakaya göçmüş dedenin huzurla toprağında yatacağı algısı. William Saroyan’ın yaşlı presbiteryen rahibi dedesinin binlerce kilometre uzakta Amerika Frezno’daki ölmeden önce Bitlis anlatısından yola çıkarak Saroyan’ın Bitlis’teki ruh hâli gibi sanki!
İnsanın hikâyenin içinden hemencecik sıyrılıp kaçıp göçmesinin zorluğu. Yazarın (Nibel Genç) doksanlı yıllarda içeri düşmeden evvel gözleri önünde zulmete tanıklığıyla boşaltılan köy(ler) ve çıplak gerçeklikten kurgusallığa hikâyenin edebiyatı...
Öyle bir “hikâye” ki; kadim zamanlarda ustaca dizilmiş bazalt taşları sıva ile kapamayı sevmeyen ve dedesinin ruhunu yine dededen kalma şapkanın tanıklığında aramak! Hem de çizgilerin, gölgelerin dünyalarında sözü öteleyen şevkle, aşkla aramak!
İstediği kadar naif gözüksün, geçmiş kağıt kesiği ya da cam kırığı gibi keskindir! Bellekte iz bırakır. Bellekte derin izler bırakışın edebiyatı...
Ve dahi onca yaşanmış felaketlerden sonra gerçek hayatta artık geride kalanın sanki koca bir hiçlik görünürlüğü içinde; mekanların taş yığınlarından ibaret birer yıkıntıya dönmüşlüğünün hâlinin edebiyatı.
Meramım size, yani okura Nibel Genç’in “Mısır Koçanlarını Kızartan Koku”sunun özetini geçmek değil elbette. Yukarıda yazdıklarımdan sonra büyük bir çağ yangınının coğrafya hikâyesi üzerinden edebi serencamını zaten anlamış olmalısınız! Öyle bir serencam ki; herkesin kendini hikâyenin bir yerinde “Göçer” saydığının / sandığının hikâyesi...
Çok hırpalayıcı insanın kendi geçmişiyle yüzleşmesini, yine insanın suratına çarpan bir roman olmuş Nibel Genç’in edebiyatı.
Aynı zamanda satır aralarında sadece hikâyenin asli şahsiyetlerinin farkında olacağı incelikte, vurucu kodların olduğu bir kitap. Bir örnek; 1925 sonrası mecburi iskânı ile sürgüne gidenin 1925. imzasının şubatın soğuk bir gününe denk gelmesi gibi! 1925’in ve Şubat’ın 15’inin anlamını bilenlere tabi!
“Tütün Tabakası” bölümünde bir “isyan sürgünü” Mehmet Tahir İskanoğlu o kadar sahici anlatılmış ki, yazdığı (aslında olmayan) kitabını, şimdiye kadar neden okumadım ki, diye insanın kendine sormadan edemediği hâl! Ben de öyle! Sormadan edemedim, sonra tebessüm edip selamını aldım Nibel Genç’in tüm “İsyan Sürgünleri”nin şahsında...
Vakitlerden bir vakit kadim şehirlerden birine havadan toz zerreleri serpiştirilir. Toz zerrelerinden biri hayli uçuştuktan sonra eski, taş bir binanın odalarından birindeki masanın üzerinde duran kalın defterin açık yaprağının üzerine düşer. O toz zerresi; her gün o deftere atılan adı “mecbur”, adı “sürgün” ve adı “iskân” olan imzayla karnını doyurur. Doydukça şekil alır, ele gelir, ete kemiğe bürünür. Sonra birgün ayaklanır o toz zerresi, edebi bir kitap olup dile gelir ve yüzyılın ahı’nı anlatır cümle aleme...
Nibel Genç, bu ilk “ah” romanıyla yine bu romanın içinden yeni romanların çıkabileceği ipuçlarını hissettiriyor okura.
Ortada bir sürü ah vardır, zamana yayılmış ahlar! İşte o ah’ların hikâyesidir “Mısır Koçanlarını Kızartan Koku” romanı.
* Nibel Genç, Mısır Koçanlarını Kızartan Koku, NotaBene yayınları, 2017, İstanbul