Aklımın köşesinden geçirmezdim en az onbeş yıl evvel Van Gölü seyahatinde Ahlat’tan anama armağan olarak aldığım ceviz ağacından yapılma sedef işlemeli Ahlat Bastonunun bir gün bana lazım olacağını.
Evet, siz bu satırları okuduğunuzda o bastondan destek alarak alçılı kırık ayağımla dolaşmamın üzerinden tam dört hafta geçmiş olacak. Birkaç gün içinde kontrol röntgenini çekip bakacağız sol ayak başparmağının eklem yerinden üç parçalı kırık eğer kaynamışsa alçı sökülecek.
Sakin olmalıydım ve düşünüp karar vermeliydim. Eve vardığımda saat onbir sularıydı. Dirseğimde dizimde sıyrıklar vardı. Sol ayağımın başparmağından eklem yerine kadar ağrı ve şiş vardı. Burkulduğunu düşünerek geçer dedim. Geçerdi, iyileşirdi de! Yapılan neydi. Bir şey alınmamıştı. Tuhaftı, yapılan şiddet doğrudan şahsıma mı yönelikti, yoksa sıradan bir darp ve gerçekleşmemiş bir gasp vakası mıydı?
Ertesi sabah Çanakkale’ye bir ay öncesinden verdiğim söz gereği söyleşiye gitmem gerekiyordu. Sabah dokuzda şehirden ayrıldım. Gün içinde Çanakkale’ye varınca dostları aradım. Hele bir soruşturun bu iş neyin nesidir, doğrudan şahsıma yönelik ise gereğini yapalım, diye. Çanakkale’de ayağımın aksadığını soran dostlara ise burkuldu geçer diye geçiştirdim. Bir gün sonra haber geldi. Doğrudan bana yönelik değilmiş, tesadüfmüş. O bölgede sıkça benzer telefon ve çanta hırsızlığı oluyormuş. Bu da onlardan biriymiş. Ve zaten yapanlar da beni tanımıyorlarmış. Telefonu almak istemişler(miş), yere düşüp iki parçaya ayrılınca artık hayır gelmez diye vazgeçmişler. İki değişik kaynağın soruşturmasından çıkan sonuç buydu.
Kısmen rahatlamıştım, yoksa uğraşacaktık! İyi de hırsız beni tanımıyor. Ama çok iyi biliyorum ki, devlet beni çok iyi tanır. Polis de öyle. Katıldığım bütün etkinliklerde, toplantılarda kameraya çekerler. İçlerinde hemen her etkinlikte yüzyüze görüştüğümüz kimileri ile artık kendi polisimiz gibi neredeyse “akraba” olduğumuz yüz aşinalığından merhabalaştıklarımız bile var. Yani devletteki sicilimiz hayli kabarık. Polis neden mobeseden izleyip de merak edip sormadı!
Neyse bu da ayrı bir merak ya! Öyle kalsın.
Çanakkale programı dönüşünden bir gün sonra kardeşim Doktor İlhan’ın vefatı nedeniyle ayağımın ağrısını sızısını unuttum. Yine aksayarak yürüyorum ama dert etmiyorum. Akşamları buz koyuyorum biraz rahatlıyor. Taziyenin üçüncü günü kayınbiraderim Doktor Baran’ın ısrarıyla hastaneye gidip röntgen çekince kırık ortaya çıktı ve alçıya alındı.
Şimdi buradan orta yere şunu sormak istiyorum. Sadece anılan noktada enaz beş arkadaşım dostum değişik zamanlarda darp edildi. Davut Ökütçü, Mıgırdiç Margosyan, Abdurrahman Aslan ve diğerleri. Üstelik çantalarını, telefonlarını kapmak için yerlerde sürüklediler insanları hırsızlar gaspçılar. Kentin sadece suriçinde değil başka noktalarında da benzer kapkaç, hırsızlık ve gasp olayları yapıldı, yapılıyor yani hırsızlık sanki vakayı adiyeden…
12 Haziran gecesi saat 22.15 sularında Gren Park otelinin Balıkçılarbaşına doğru eski Muş Otelinin sokağının başındaki darp edilme anının kayıtları silinmemişse mobesede kayıtlıdır. Belki ondan sonra muhtemel hırsızlıklar da kayıtlıdır. Yirmi santim sola devrilseydim kafam asfaltla buluşan kaldırım taşına çarpacak belki beyin kanaması geçirecektim.
Buradan sesleniyorum. Bu bir aylık zaman dilimi içinde çokça konuşup paylaştım. Neden bunların önü alınmaz. Sorum, sorgulamam orta yere! Hani valilikte turizm toplantıları filan yaparlar ya! Boşuna sayın vali benden söylemesi. Önce yüzünüzü sokağa dönün. Getirmeğe çalıştığınız turist sokakta yürür, salonda değil.
Kimse bana hırsızlığın, gaspın, darp etmenin hatta cana kast etmenin; mağduriyetin sonuçları üzerinden bir savunma ve okumasını yapmasın. Bunu onlara ders verecek kadar iyi bilen ve defalarca yazan biriyim. İşte, evlerinden köylerinden sürülüp kentlere gelen yoksul insanların ikinci kuşak çocukları çaresiz kaldılar falan filan diyecekler, doğrudur bunlar. Peki, sormazlar mı adama dünyada bu işi bölgesel ve iç savaşlar sonucu büyük travmalarla geçiren ve çözümler üreterek atlatan ülkeler var. Onlar çözüm buluyor da biz niye bulamıyoruz. Devlet çözüm üretmek zorunda. Bu tür darp, gasp eylemleri belki yoksulluğun öfkesinin dışavurumu olarak başlar ama bir süre sonra mafyatik çete örgütlenmelerine döner, dönüşür. Diyarbakır’daki hali pür melal budur. Şu an kentte devletin de kent kamuoyunun da lakaplarını dahi bildiği duyduğu sokak çeteleri var. Üstelik ben sadece hırsızlığı, gaspı ve darpı yazdım. Uyuşturucu ve ötesini ise…
Demokratik etkinliklerde, basın açıklamalarında, mitinglerde bütün gücüyle gördüğümüz devletin bu gibi terörize gasp ve hırsızlıklarda da “koruyucu güvenlik talimat”larının gereğini yapması şart. Ve tabi kalkınma, planlama vizyonerliğinden her daim dem vuran anlı şanlı iktidarın da istihdama yönelik müdahaleler geliştirmesi gerek.
Ve bir sözüm de gönül ortağı olduğum; oyumu, tercihimi, duruşumu her daim kendilerinden yana kullandığım BDP-HDP’de yöneticilik yapan arkadaşlara da birkaç sözüm olacak. Lütfen bu mesele de öncelikler sıralamasına alınsın. Birkaç gün önce yolda karşılaştığım Diyarbakır İnsan Hakları Derneği Başkanı dostum arkadaşım Raci Bilici, kırık ayağımı ve elimdeki bastonu görüp sorunca, anlattım durumu ve dedim ki! Ya hu Raci İHD’ye gelip kırık ayakla basın açıklaması mı yapaydım. Bu meseleler için bir miktar duyarlılık oluşturmak gerek! Çevremde üstelik sivil toplum örgütlerinde aktivist olup da hergün o sokaklarda dolaşanlardan bizzat kendileri ya da çevrelerindekilerden biri darp edilmeyen hırsızlığa ve gaspa maruz kalmayan yok gibi.
Sokaklarında “güvenle” dolaşılabilecek bir şehrin hemşehrisi olmayı istemek sizce çok mu uçuk…