Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler. İnsanın ağzına dolar. Konuşursanız; kanatır. Susmayı denerseniz; acıtır.
Böyle zamanlardan geçiyoruz yine.
Yaz mevsiminde, hele aylardan ağustos olunca bir acılar birikimi oluşur ki; insanın dayanma gücü, kudreti yetmiyor.
Nasıl söylesem kelimeler bir bir kifayetsiz kalıyor.
Dünyanın bütün alfabelerini yan yana toplayıp, bütün öğretmenlerini getirseniz size acıyı anlatacak yeni bir kelime türetemezler gibi gelir.
Dünya dönüp dönüp; bir mezar başında durur. Kendi ekseni etrafında dönmesi bazen bu kadar olur, takati gerçekleşmesini istediğimiz, mutluluğa kadar dönmeye yetmez.
Yani güzel gözlü dünya acının feveranından öte gidemez.
Gördünüz işte, kavrulan mevsim ateşler içinde bıraktı her yeri. Yangınlar, dal ucunda yakaladı yavru kuşları. Daha kanat çırpmayı öğrenememiş yavru kuşlar ateşin santigrat derecelerinde küle döndü.
Gördünüz ve tanrı tanıklık ediyordu kurdun-kuşun kaçışına, yanışına, kömür oluşuna.
İklim ateş kusuyor hala.
Bir meşe ağacını, bir kaplumbağayı, bir çam ağacını, bir zeytin ağacını, bir dağ keçisini, bir kertenkeleyi, ne kadar da hızlı hareket ederse etsin bazen bir yılanı, kor kor yakıyor.
Kanadı olmayan canlıların bedenleri duman olup yükseliyor tanrı göğüne, o eşsiz mavinin içinde gri, kara zehir oluyor.
Gördünüz; yağmur sonrası, vadilerin derinliklerini yılkı atı gibi koşan toplanmış suları. Toprak, taş, ağaç kökü, geven demeden ve dahi insanları önüne katıp sürükleyen o suları.
Yazılmış bir ayet gibi lanetlendi coğrafya.
Karıncanın yuvasını istila edip, canını aldı üstelik. Suyun gücüyle ele geçirdi yeryüzü kıvrımlarını sel.
Kazanma hırsıyla kurulan kentlerdeki evler kağıtkırışığına döndü. Sel sularında bir o yana bir bu yana sürüklenip moloza döndüler. Atık oldular.
Atıktılar. İnsanın ve doğanın yeryüzündeki cehennemi idiler. İblistiler.
Sel tarihi, köprülerinden geçerken hırslarını, egolarını alaşağı edip boğdu. Bir telefondan öbürüne görünmeden giden çağdayız üstelik.
Kaderi kendi eliyle yazılmış insan olmalıyız.
Gördünüz; sınır dedikleri yerlerden sınırsızlıkla sınadılar insanları. Ölümüne… Tekneler dolusu bazen, bazen botlarla, bazen insan kulaçlarıyla denizlere doldurdular. Kıyılar insan cesetleriyle, bebek ölüleriyle kahroldu.
Pervasız alt bilinç önüne katıp sürüklüyor ne varsa. Değer, duygu, aşk, hikaye, aile, canlı ve cansız ne varsa…
Dondurucu soğuklarda ‘sınır’ diye insanın bedenini tanımladılar. Bazen kar altında güneşle çıktı ortaya ‘sınır’! Bazen kurt yemişken kemikleriyle çıktı ortaya ‘sınır’! Gözlerini çıyan yemiş ve kafatasına zalim bir et yiyici girmişken göründü bazen ‘sınır’!
Göç değil, muhacirlik değil, göçmenlik değil! Bu bir zülüm çarkıdır, içinde insan ve doğa çiğneniyor.
Gördünüz çocuklar; siz yüreğimizin yerleşkesinde özlemlerimizle yaşarken; sizsiz, dünya yerleşkesinde vampirler durmadan kanını içiyor canlıların. Kanını içiyor doğanın, hayvanı sömürüyor, insanı sömürüyor, ağacı sömürüyor.
Şimdi biz sizi kaybederken ki zaman şaşkınlığındayız.
Birikmiş hasretimiz acıyor.
Bir çizgiyle çizilmiş gibi, kanıyor ciğerimiz. Sarılması zaman hekiminin elinden çıkmış. Yürürken, bakarken, düşünürken damla damladökülüyor içimizden…
Ne tercümanı var, ne doktoru.
Kıvrılıp içimize sokuluyoruz, gün batıyor, gece düşüyor, yıldızlar telaş içinde, ay aydınlık, güneş şafağın kapısını aralıyor, sabah mis kokunuzu getiriyor, yetmiyor…
Nedeyim; mezarların üstünde açan çiçekler altında yatanların yüzüdür. Diyip avunayım.