Gün kendini akşam karartısına bırakmıştı, yıl 1980 ve aylardan Mart’tı. Devrimci gençliğin kitap kurdu olduğu zamanlardı. Ama aynı zamanda fikir kavgasının yanında fiziki çatışmalardan da kendilerini geri almıyorlardı. Yani kavgaya vardılar.
Düşüncenin panayırından o gece çıka gelmişlerdi bizim evin olduğu tepeye.
Odunlar istiflenmiş ateş yakılmıştı. Evimize iki ev uzaklığındaydı isyan ateşi. Gürleştikçe ateş benim de içime bir kıpırtı gelip konuk olmuştu. Daha sonra Kürtçe şarkılar eşliğinde halaylar çekilmeye başlandı. Marşlar okundu koro haliyle.
Harlı ateş etrafında İspanyol paça pantolonlarıyla halayı da harladıkça sesleri de şehre dalga dalga dağılıyordu.
O yıl kış çok sert geçmemişti, zaten bizim evin olduğu tepeye bahar erken gelirdi. Erken kururdu. Çamur olmazdı. Keza o tepe koyun sürüsünün kışın otlak alanı olarak kullanılıyordu. Hem de güneş ilk oraya düşüyordu.
Coşku artıkça içimdeki kıpırtı beni harekete geçiriyordu adeta.
Sonra çıktım evden. Sol yamaçtaki gençlerin coşkusunun biraz uzağında sımsıcak seyre daldım. Geceye doğru gidilen yerde halay durdu ateşin etrafına çember oldu bütün gençler. Biri gür sesiyle Nevroz Piroz be! Dedi ve devam etti.
Demirci Kawa’dan söz edince aklıma hemen şehrimizdeki her hangi bir demirci algısı oluştu. Sonra “Zalım Dehak” denildi. Hiç zalım tanımamıştım bizim şehrimizde.
Zalım Dehak’ın omuzlarının üstündeki yılanbaşları ve genç Kürt gençlerinin beyinlerinin mitolojisini istikrarlı-duygulu bir dille anlattıkça bende heyecandan kıpırdana kıpırdana çembere iyice yaklaşmıştım.
Ateş durmadan gecenin karanlığına karşı isyan alevlerini yükseltiyordu! Anlatıcıda hiç soluksuz mitoloji efsanesini gâh demiri eriterek gâh kılıçları keskin keskin cephaneye dönüştürerek kürdün esaretten kurtuluşuna doğru gidiyordu.
Konuşmacı mermi bakışlarının arasından bir dağ yolunu yürüyormuş gibi anlattıkça etraf pür dikkat ateşin isyanı ve söylemlerin akıntısına durmuştu. Öyle bir sessizlik ki ateşin çatırtısı çat çat duyuluyordu.
Taş atmıyorlardı, kurşun sıkmıyorlardı, ellerinde silah yoktu sadece konuşuyorlardı ve ateş yakmışlardı halayın eşliğinde.
En çok “Bu ateşi yakan Demirci Kawa’dır. Özgürlük için yakmıştır. Bu bir isyan ateşidir anlayacağınız.” İfadeleri aklıma mıh gibi çakılı kaldı. Gördüğüm ilk nevroz ateşi ilk nevroz kutlaması oldu.
Sonra devrimci ağabeylerden “Dehhak” adlı kitaba ulaştım. İncecikti. Okudum, bir kez daha, bir kez daha derken sonbahara gelmiş ve ağaçların yaprakları döküldüğü demdeydik.
Bir sabah uyandım sokağın başı, caddenin etrafı asker doluydu. Evden çıkmak yasak dediler. 12 Eylül’dü yıl 1980.
Bir anlam veremedim “bu ne ola ki” anlayana kadar o gece bizim evin bulunduğu tepede nevroz ateşi yakan bütün ağabeylerin tutuklandığı ve Diyarbakır cehennemine götürüldüğünü duydum.
Çok geçmeden onlara dair dilden dile söylentiler dolaşmaya başladı, kimi “işkencede kolunu, bacağını” kimi “aklını” kimi “canını” bırakmıştı.
“Zalım”ı tanımış oldum o vakit.
Nasıl olurdu da esir olana işkence yapılırdı.
Anlaşılıyordu ki çiçeği, böceği ile bahar değildi nevroz. Eğer newroz bahar bayramı olsaydı kimse ölmeyecek, kimse esir düşmeyecekti.
Ve mütemadiyen yasak olmayacaktı. Yasaklara takılmayacaktı.
Ateşi yasaklamak, halayı yasaklamak, şarkıları yasaklamak, Kürt yöresel elbiselerini yasaklamak, kültürünü yasaklamak, dilini yasaklamaktı doğru tanım.
Tanımsız bir yasak olur mu?
Anlaşılıyor ki isyandı nevroz! Tanımı da budur.
Hiç baharda açan Gûle Newrozu yasaklayan bir otorite var mıdır? Yani başı topraktan filiz veren bir çiçeğe çıkma diyebilir misiniz? Elbette hayır.
Eğer baharın gelişi olsa kim neden yasaklasın ki?
Demek ki özünden fışkıran bir isyanın özgürlük manifestosudur nevroz.
Yasaklara geliyor ve yasaklarla biçimlendirilmeye çalışılıyorsa başka hangi tanıma oturtabilir ki insan?