Boşuna dememişler; "tarih, tekerrürden ibarettir" diye! Aynen öyle. Kaplama kelimesini, Diyarbakır jargonu ile "Kablama" diyerek başlığa çektiğim yazımın yayınlanışı üzerinden onbeş yıldan fazla bir zaman dilimi geçmiş. O yıllarda eski kenti çepeçevre kuşatan tarihi sur bedenleri'nin yıkılan, dökülen, tahrip olan kimi noktalarında Kültür Bakanlığınca restorasyonlar yapılıyordu. Yapılan restorasyonlar peynir kalıbı gibi dümdüz, adeta hızarda biçilmiş kereste görüntüsündeki taşların üstüste dizilerek yerleştirilmesi şeklindeydi. Kente, tarih bilinci yerli yerinde bir arkolog akademisyen gelmiş, rezaleti görünce, "böyle restorasyon olmaz, bıraksınlar, yıkık halinde kalsın, daha iyi" deyivermişti.
Doğrusu, bu minval üzre son bir aydır Diyarbakır iki, hatta üç görünür sıkıntılı hal ile hemhal!
İlki, tarihi kentin ilk kentsel yerleşkesi olan şimdilerde "içkale" adıyla anılan hemen "Saraykapı" kapı girişinden girer girmez sol yanınızda duran kentin belki de bütün hikayesinin altında olduğunu düşündüğümüz ama henüz kazısı yapılmamış "Virantepe-Hemadek" höyüğünün tam karşısına yapılan peyzaj çalışması ile ilgili.
Doğrusu o bölgede son elli yılın kötü "gecekondu" benzeri, dokunsan yıkılacak yapılarla doldurulduğunu ve bunların rehabilite edilmesi epeydi kentin gündemindeydi. Hatta Büyükşehir Belediyesi son dört yıl içinde kamulaştırmalarını yapmış, yapıların bir bölümünü de yıkmıştı. Ama bir yanıyla prosedürün ağır işlemesi, diğer yanıyla da kimi popülist politikaların işin içine girmesiyle süreç maalesef beklenen hızda yürümemişti.
Malum hendekli, barikatlı ve dahi uzun süreli (hala kısmi olarak devam edegelen) sokağa çıkma yasaklı hal ertesinde OHAL'li yaşamla bir anda durum değişti. Üç ayın içinde "sur içindeki sur" diyebileceğimiz İçkaleyi kuşatan 16 burcun adeta "avuç içi"nde yer alan bütün yapılar temizlenerek bir park yapıldı. Elbette yapılır, bu bir tercihtir. Kentin görünür "mimari-kültürel-tarihi" değerlerinin günyüzüne çıkması ve dahi iyi fotoğraf vermesi anlamında çok kıymetli işler, altı mutlaka çizilmeli...
Ama bunlar yapılırken gözardı edilmemesi gereken tarihsel kimliği ve geçmişi olan kentlerde kentsel hafıza olduğunu unutmamak gerek. Daha iki ay önce İçkaledeki Arkeoloji Müzesini Kültür ve Turzim Eski Bakanı sayın Ertuğrul Günay ile gezdiğimizde; 12 bin yıl öncesine ait olan ve Kortıktepe kazılarından çıkan küçücük bir heykelciği işaret ederek; "Bakanlığım döneminde Diyarbakır'a geldiğimde henüz bu eser teşhire çıkmamıştı. Müzenin deposundan çıkarıp gösterdiler. Elime aldığımda yüzümü herkesten öteye dönerek ağladım. İlk çocuğum gibi, 12 bin yıl evvelinin eseri avuçlarımın arasındaydı"...
İşte yaşam ve kentsel hafıza kültürü dediğimiz tam da budur. Çok güzel görselliği olan bir park değildir kent dediğiniz. Paranızla peyzajın en ala'sını her zaman yaparsınız. Ama o şimdiki park alanının hemen surların dibindeki Küpeli ve Dıngılava havuzlarının aynısını isteseniz de yapamazsınız. Son yüz yılın, yani benim ve benden bir önceki kuşağın hafızlarında derin izler bırakan iki havuzundan söz ediyorum size. Düşünün içkale surlarının üzerinde bacaklarını birleştirmiş iki kolunu kuş misali iki yana açmış Diyarbakırsporlu Boğa Emin, en az onbeş metre yükseklikten, surlardan havuza atlıyor.
Madem derinliği kırk santimlik bir süs havuzu yapacaktınız, içkalenin, Arbedaş çeşmesinin suyunu o imitasyon havuzun yanıbaşında toplayacaktınız, neden o güzelim ve suyu gürül gürül akan iki havuzu yıkıp yok ettiniz. Hem sadece o iki havuzu mu? O bölgede benim bildiğim en az üç-dört eski bazalt taştan evi de...
Hiç değilse onlar korunmalıydı. O zaman yaptığınız park sanırım daha anlamlı olurdu. İkincisi suriçinin yasaklı mahallelerindeki "yeni" yapılaşmaya dair söyleyeceklerim. Bir kaç gün önce arabada giderken kente kayyum olarak atanan belediye başkanlarından biri konuşuyordu. Suriçinin sokaklarının çok dar olduğunu, itfaiye araçlarının dahi girmekte zorlandığını bu sebeple sokakların yıktırıldığını, genişletildiğini filan anlatıyordu.
Hüzünle güldüm. Yönetmek üzere atandığı şehrin geçmişine, kültürüne ancak bu denli uzak, bu denli yabancı, bu denli bigane olabilirdi biri!
Benim dediklerimden, anlatacaklarımdan, hatta yazacaklarımdan tek kelime anlamazdı zaten. Beyhude laf olurdu ya diyeceklerim, yine de söylemiş olayım.
Desem ki Diyarbekir senede 270 gün fotosentez olayının yaşandığı şehirdir, güneşin olanca lütfunu bahşettiği şehirdir, ey bilmez!
Desem ki, bu şehrin sokaklarını bunca dar yapanlar bilmez miydi meydan gibi geniş bulvarlar koymayı, bilirlerdi elbet. Ama etrafı surlarla çevrili kuzeyden güneye 1800 metre, doğudan batıya 1300 metrelik bir yaşam alanını öyle akıllıca dizayn ettiler ki! O sokaklarda günün hangi saatinde yürürseniz sokağın iki yakadaki duvarı yakıcı güneş ışınlarından yürüyeni korusun diye yapılmıştır ey bilmez!
İşte şimdi o yasaklı mahallelerde evler yapıyorlar(mış). Adına da Diyarbekir mimarisi diyorlar(mış). İki katlı, her katında ikişer daire olan ve dört dairenin ortak kullanacağı kare avlulu evler. Fotoğrafa baktığımıda beton kalıp firmasının markası bile okunan tümüyle betonarme yapılar ve dıştan o peynir kalıbı görüntüsündeki kesme taştan da giydirme, yani bildiğimiz "kablama"...
Çıktım içkale surlarının üzerine, yürüdüm sur duvarlarının üzerinde. Bir yanda Hazreti Süleyman Camii, içkalenin diğer yapıları ve önünde uzanan yeni yapılmış ama kent tarihçilerinin altında bir Roma Anfi-teatr'ının olduğu konusunda hemfikir olduğu yemyeşil park. Sur bedeninin öbür yanında ise "taammüden cinayete kurban gitmiş" koca bir alan. Sağda, solda tek tük ayakta bırakılmış yapılar, etrafları ise "felaketten" arta kalanlar.
Yani ezcümle; bir yanlışın bir doğruyu (hatta yarım doğruyu) götürme hali!
Hani yazının başında "üç görünür sıkıntılı hal" demiştim ya!
İşte üçüncüsü de kent kimliği açısından kutsal kitaplarda adı geçen Dijle'nin gerdanlığı, en az ikibin yıllık geçmişi olan Ongözlü Köprünün ön görünüm alanının yanıbaşındaki yapılaşma. Tahribatın, hayli önceden çok katlı yapılaşmaya cevaz verilerek imara açıldığı Kırklar Dağı meselesi yetmezmiş gibi, bu kez de köprüye hakaret edercesine yapılaşma hızla sürüyor. Bir yanda Dijle Nehrinin kıyısında pıtırak gibi biten "işgal kafeleri" ve buna göz yumanlar. Öte yanda Şehircilik Bakanlığının "şehircilik" adına yaptıkları...
Sorsaydılar, söylerdik böyle olmayacağını / olmaması gerektiğini. Ama sormadılar. Çünkü iktidar(lar) ve dahi Muktedir(ler) her zaman en doğrusunu bilir(ler) ve en iyisini yapar(lar). Bildiklerine ve yaptıklarına da inanırlar. Eleştirenlere ise "istemezük"çü derler.
Yazıp, söylemiş olalım da tarih utansın...