İçerde kalan yazılar: Yeni Yıla Girerken

İrfan Sarı

Sabaha daha çok var. Ama şekilde kahvaltıdaki lezzet çeşitlerini sizinle paylaşmak istiyorum. Çatıdaki çiy, hava ısınmaya başlar başlamaz, çözülüp damlamaya başlıyor. Sabaha düşen yağmur havası sarıyor bir de insanı. İşte o saatte çorba kaşığı dolusu çilek reçeli (kumanya reçelleri) bir o bir de tereyağı ve bir dürüm ekmeği. Bir erişkinin dişinin, kovuğunu doldurmayan reçel ve tereyağını dürüm ekmeğin içine doldurup yedikten sonra, hazmetmek için yürümek gerekiyor. Hızlıca yürüyüp eritemezsen, bağırsaklar onca şeyi tek başına yakmaya çalışmakla hasta düşebilir, bunun için önlem alıp spor mahiyetine egzersiz de yapmalı.

Evet, gün böyle başlar.

Akılda ise; düşmediyse bile, düşmek üzere olan kar. Bizim oralardan söz ediyorum, çoktan zirvesine ak düşmüştür Cilo Dağı’nın bakışlarının hâkimiyetinde olan Gever ovasına. İki milyon yılda oluştuğu rivayet edilir bu ovanın. Kırk beş kilometre uzun ve on beş kilometre geniş bu ovanın en güneyini bir çizgi gibi çizen Nehil sazlığı, bir zamanların ihtişamını yitirdiğini söylemeliyiz. Bu ihtişam yitimini de devlet eliyle açılan drenajlarla anlatmak mümkündür. Birçok tanımı var bu Nehil sazlığının, “kuş cenneti”, “kamış tarlası”, “nilüfer sazlığı”, her isim, ihtimal olur ki o civar yaşayanlarının kendire göre bir duygusuna işaret eder.

Binlerce yılda oluşmuş bu tabii doğa görkemini bir çırpıda bozmak, doğaya bilerek ve kasten ihanet etmek, doğrusu insanı ürpertiyor. Bu vahşetin şimdilik yapanın yanında kâr kalacağını söyleyebiliriz fakat doğa ana mutlaka bir şekilde öcünü alır. Bu konuyu bilen uzmanlar doğanın sabırlı olduğunu, ama en sonunda bu işi yapanın yanına bırakmayacağını bilimsel bir tezle anlatırlar. Belki şuan için bile yavaş yavaş öcünü aldığını söylemek mümkündür. Suyun tabandaki seviyesinin düşmesi ve ovanın sulanabilir alanlarının azalması olarak da isimlendirebiliriz.

Tabi ki bilinçsiz ve plansız yerel yönetimler politikaları, kâr ve rant hırsı ile imar sahasına dönüştürülen ovanın düştüğü hali de nehil sazlığına uygulanan vahşetin bir başka boyutu olarak karşımıza çıkıyor.

Her ne kadar kuru ve sert bir iklim yapısı ve bol yağışlı geçse de bu tabii durumları lehe dönüştürme yönünde bir akıl ortaya koyulmadı, dahası bu konuda bilinç sahibi olan kimseler ve konu ile alakalı kurumlarda belli bir politika sunmaktan ya kaçındılar ya da bir rantın gelirlerine kendileri lehine yeşil ışık yaktılar. Hele de mülk sahiplerinin sudan sebep ve sudan ucuz elinden çıkarmış olduğu toprakların başına getirdiğini anlatmak mümkün değil. Burjuva takıntıları kapitalist çarkın zembereğine kapılınca, adeta bir gerilip koptuklarına tanıklık etmişliğimiz var. Topraklarını her ne kadar ederlerinin üstünde de ellerinden aldılar ise de, o topraklar ova yaşayanlarını darmadağın, un ufak etti. Kazanın dibindeki kepçe gibi, aradıklarını bulamadıkları gibi ellerindekinden de oldular bir anda. Çünkü işlenecek, sezonda bir ürün alınacak bu topraklar, gelecek düşünüldüğünde paha biçilmez bir hazine ölçeğindedir. Alışılagelmiş, ata tarzı tarımda buğday, nohut, mercimek, mısır, şekerpancarı nispeten bir sezon beslenme ihtiyaçlarına yetiyordu. Hatta bu işleri yapanların, diğer topraksız ya da nispeten daha az toprak sahiplerine göre yaşam standartları daha yüksektir. Zahmetli bir iş olmasına karşın refah seviyesi de bir o kadar yüksek seyreder. Anlaşılacağı üzere toprak ve toprak gelirleri insan elinde sermayeden öte yaşaması için bir garantörlüktür.

Tabi ki toprağın satılması başlıca etken görülse de bunu destekleyen yan faktörleri de göz ardı etmemek gerekiyor.

Zamanın “düşük yoğunluklu” diye tabir edilen savaş sonuçları da ovanın tahrip edilmesi bir getiri sahası olmaktan çıkmasına önayak olmuştur. Giderek artan nüfus yine bir başka sebep olarak karşımıza çıkar. Sınır aşımlarından elde edilen sermayelerin bu felakete sürüklenmek için önemli rolü vardır. Ve tabi tüketimin mekânsal taksimi…

Hal böyle olunca: tüketimin getirmiş olduğu “iyi yaşam” hevesi yeri geldi mi haklılığı kentin gelir kaynaklarını artıran olanaklara dönüşürdü. Bu da kent yöntemlerini artan gelir olarak kolayca cezbedebiliyordu. Bu trend yelpazesi bir bizim kentle ilintili değildir, yeryüzünün her santimetresinde böyle gelişti.

Bir kentin ana arterleri üzerine kurulmadan büyüyor olmasının önüne geçmek neredeyse imkânsızlar arasındaydı. Kolaylıkla var olan tabii varlığı betonlaşmaya yenik düşerken, tarihi doku olarak bilinen yerlerde bu hoyratça büyümenin ayakları altında kalmaya başladı. Coğrafik tarihe işaret eden höyük ve mezarlar defineci ve yapı işgalcilerinin ayakları altında kaldı. İlk yerleşim alanı olması mümkün, en güçlü yer Mezarlık Mahallesi ile Eski Kışla tepesin olarak hemen her bellekte yer etmiştir. Ki, Kışla Tepesi’nin daha gerisine düşen mahallenin tam temelleri bu mezarlıklardan birinin üzerindedir. Şemdinli yolu hizasına dökülen eteklerdeki höyüklerin yerlerinde yeller esmektedir. Buradaki taksimler, yerleşkedeki müdavimler olan Ermenilerin gönderilmesinden hemen sonraki yılarda başlar 1960-70-80’li yıllarındaki toprakların tapulanmasıyla da çiviler iyice belirgin bir şekilde çekılır. Ki topraklar tapulandıkça iştahla mesafesini abartıyor. Her santimetresine nüfuz eden mekânsallık başlar. Ailelerin nüfusu çoklaştıkça eldeki tapular küçülmeye başlıyor. Duygusal olarak bağlarını koparanlar, aynı zamanda mekânsal ve toprakla olan bağlarını da kopardılar. Ancak bir kesim sadece duygusal bağlarını koparıp varlıklarını olduğu gibi bir mirasçısına bıraktılar.

Gelmiş geçmiş bütün kent yönetimleri kentin yazılı hafızasını oluşturamamıştır. Örneğin, bir mezarlıkta kayıt bulmak imkânsız. Ailelerin mezar taşı tanıtımından harici bir kayıtsal bulgu ve belge bulmak imkânsızdır. Tapu kanıtlarının araştırması çok derinlikli bir miras içermektedir. Ha keza, nüfus kayırları da cumhuriyet kayıtları tarihine isabet edebilecektir. Çok değil, çocukluğumuzda dahi bazı evlerin bahçelerinde ya da yapılarında başka yerden taşımayla bile olsa, gelen yontma taşlar ve tarihe isabet eden figürlü taşlar bulmak mümkündür. Şimdilerde bunların emaresi yok. Bilerek ya da bilmeyerek tarihsel dolayısıyla kültürel bir yok oluş üzerine kurulan gelişi güzel, kentin kayıtlarının olmayışı insana acı vermektedir.

Ne var ki bu tarihsel, tabii ve kültürel yok oluşla, yeni hayat tarzları da oluşmaya başladı. Parasallaşan bireyciliğin dikitleri de blok yapıları hayatımızın tam ortasına koydular. Bu daha da korkunç olanıydı. Buraya doğru başlayan özenti, inanılmaz derecede aile dramlarına sebep oluyordu. Bu bir idealizm falan değildi, düpedüz özenti olarak iştah kabartan kapitalist sermayenin rüyalarına kapılan kayboluştu ama kendine kurtuluş adı vermeyi tercih eden bir yanı da vardı.

Doğal kaynakların en barizi kentin içinden geçen suyun kirletilmesi ve tarihin talanı oldu belki ama hızla bir nüfus kayması yeni batıya doğru akın eden ilk yerleşik ailelerin yerine, yeni ailelerin gelmesi şoku ile umursanmadı. Doğa ve Tarih görünmez bir şekilde kayboldu, bunu bugün için izah etmek mümkün görülmemektedir.

Öngörülemez hızlı nüfus artışı, yeni kaynakların arayışını da getirdi beraberinde zira mevcut kaynaklar daha az sayıda nüfusa hitap ediyordu. Ancak Ata yadigârı tarım sahaları bu artan nüfusa planlı bir tarım ve hayvancılık politikasıyla yetebilirdi, onun da giderek artan güvenlikçi politikalar neticesinde olması olanaksızdı. İster istemez farklı arayışlar başladı, dünyada baş gösteren işsizlik karşısında umut olan yapılaşma, hem sulanabilir hem de deprem fay hattı üzerinde olan toprakları gelişigüzel yapılaşmaya açtı. Bu sektör kapitalizmin küçük yavrusu burjuvanın gözlerini kamaştırdı. Sınır aşımlarından (kaçakçılık) elde edilen gelirlerin de bu vesile ile aklanması için mucizevi ışık belirmişti.

Bunların sonuçları olarak da okumuş ve diplomaya sahip gençlik kendine yol belirleme arayışına geçti. Kamu sektöründe tutunanlar ile özel teşebbüs içinde varlık gösterenler arasındaki rekabetle açığa çıktı. Bu ciddi didişme ve çatışmada bir anlamda kentin kendi haline bırakılması ve ayaklar altında ezilmesine olanak tanıdı.

Dünyadaki ekonomik krizler siyasi savaşlar arbedenin de kendi payına düşeni alan kent bugünkü halini almış oldu. Büyüyor ama sosyal donatılardan mahrum, peyzaj ve yeşil sahalardan yoksun. Park – bahçesi şaka gibi… Yollar patikalardan sonra gelir. İmarı yok. Mimarisi yok vesaire.

Az da olsa bu kusurları gören bir kesim vardı. Hâlâ da var ama organize olamamış şu veya bu kaygılardan/sebeplerden ötürü bir araya gelemeyen bu kesimin refleksleri diğer seller arasında duyulmadı – kendini hissettiremedi. Bu bakımdan, insan kalabalığı ile kentin kalabalığı arasında toz bulutuna benzer, bu kesim için bir araya gelme kat gönüllü örgütlenmesi sağlanabilmelidir.

Aksi halde bu kalabalığın devasa atıkları toprağı, suyu ve havayı kirletmeye son hızla sürdürüyor, bu da şu anlama geliyor: Organik beslenme, doğal yaşam da elimizden kayıp bizi raf ürünleri ile paket ürünleri tüketicileri arasına almaktadır.

Tabi bu yazı yayına girene kadar yeni bir yıl başlamış olacak. Bu, bir yıl daha kaybettiğimizi, bu bağlamda çocuklarımıza çok dramatik bir şehir mirası – varlığı bıraktığımızı simgeliyor.

Bu vesile ile doğasına, emeğine, geleceğine, tarihine, kültürüne, bilincine barışık bir yeni yıl dilemenin en faydalısı olacağını umut ediyorum.

22.12.2019

Elazığ 2 Nolu Zindanı

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.