Mevsim kış. Yaklaşık on saatlik zorlu, çetin karayolu ile aylık ziyaretime gelmişlerdi bizimkiler. Evet, geleceklerini biliyordum ve içimde hep bir endişe ile kaç gündür, dönüp dolanıyordum, içim içimi yiyordu. Uyumaya çalıştığım zamanlarda bile “ya bir aksilik olursa” kaygısıyla düşünüp duruyordum. Böylesi zamanlarda insanın sevdiklerini görme isteği kadar makul ve anlamlı hiçbir şey olamaz. Ancak o kadar büyük bir ceza politikası var ki adeta içerdekiyle birlikte bütün bir aile ve sevenleri de cezalandırılıyor.
Ülkede çözülmesi gereken onlarca sorundan sadece bir tanesidir bu, tanrısal bir buyruk değil. İki satırlık bir yazı, iki söylemli söz...
Çarşamba saat on bir civarında, on saat yol kat edip gelen ziyaretçilerimi görmeye gidiyorum; tek kişilik sarayımda yer olmadığı için. Yürümemizin çıkardığı yankıyla birlikte ben ve Cihan başkan varıyoruz ziyaretçi salonuna. Bu ayki ziyaretçilerimiz çok. Dolayısıyla uzun hasretler, kucaklaşmalara dönüyor; her ne kadar aramızda masalar varsa da. Tek kişilik sarayımızda insan teması olmadığı için bir başka çekiyor böylesi durumlar. Doya doya sarılmaya çalışıyorsunuz. İçinize çeke çeke…
Oturuyoruz, aramızda masa! Her ne kadar da gözüne gelip toplanan, yağdı yağacak yaşları saklayamasak bile, hayatımı otuz yıldır sırtlayan o güzel kadın, gülmeyi becerebiliyordu. Kolay değil tabi, evimizin koruyucusunu o dolu gülüşünden etmek.
Reşit sakal uzatmış, tabii siyah olan sakalına kar kıvılcımları düşmüş gibi kır vardı. Belki ortamın verdiği soğukluk (cezaevi) onu sıkıyor. Yine de insan delisi tarafı sımsıcak bir güven veriyor ve yüreğimi ısıtıyordu.
Heci Adem, o filozofumuz. Bilge adamımız. Dudaklarının arasını çıkan hümanist gülüşünü esirgemedi. Bütün gönderilmiş selamları el ve yüz mimikleri ile anlattı bir çırpıda. O anlatış içinde kendimi bir an Yüksekova çarşısında selam alırken hissettim.
Azo, Sarı Adam, boyunca adam, yüzünün haritasından beliren güneş, onca zamandır uzak kaldığım hasret coğrafyasına açtı, cesurca…
Ve bizim Adem; topyekûn beyazlamış, benim gibi. Daha kırk bile olmamış, ee bizim buralarda erken olunur aile babası, ve sonrası geride kalmış çocukluk, gençlik…
On saat yol gelip topu topu yarım saat konuşmak öyle kolay değil tabi, yarım saate yarım asır, milyonca gün sığdırmak gerekiyordu. Dünyanın bir ucunda, deryalara denizlere düşmüş mültecilerden tutun, insan hudutlarımıza gelen teskinleri, mevsimleri, havadisleri o yarım saate sığdırmak…
Biraz ötemizde Cihan Başkan, karşısında Sinan Başkan, Mikail ve diğerleri… Konuşup, dalmışlar Colemerg’in hali revanına… Çağın insanını, mücadeleyi, sevgiyi, dostluğu yarım saate sığdırmak, soluksuz konuşmak, anlamak, anlatmak, ancak bizlerin kârı olabilirdi. Bir ay bekleyip, sonra o kısa zamana, güçlü yerel haberlerden tutun, ölen kalana kadar konuşmak.
Burası cezaevi biliyoruz. Bildiğimiz başka bir şey de insan olduğumuz. Tabiatı gereği özlemlerimizi tutsaklık kaleminden çekeceğimizi evvel yaşamdan çoktan öğrenmişiz. Çok olmuş orman olduğumuz. Biz kol kola vererek orman olduğumuzu, düşüncelerimizin gerçeğinde yarattık onu da biliyorum. İşte bu hâsılla, o yarım saatte bağlılığın, birlikteliğin samimiyeti içinde bir milyon anlam yüklediğimiz kelimelerle donatıyoruz zamanı. Çünkü kaybedecek zaman, harcayabilecek vaktimiz kalmamış, hep üretmek, hep mücadele etmek gelecekte insansa yaşamak esası içindir.
Çağın zindanlarında bir açık görüş günü, sevdiklerinizi karşınıza alıp aranızdaki masanın tam diğer tarafından, nereden başlayıp söze, nereden bitireceğinizi kestiremezsiniz. Birden başlıyorsunuz ve alelade bitiveriyor zaman. Yeniden veda sarılmaları, herkese selamlar derken onlar dışarı dediğimiz açık cezaevine, biz ise kapalı cezaevine dönüyoruz. Fiziken döndüğünüz o tek kişilik sarayınıza, aslında aklınızı bırakmışsınız sevdiklerinizde. Yine bir yol ve yine bin beter düşünceler…
Evet, dönüp geldim tek kişilik sarayıma hemen, yedi metrelik çukurun dibi olan avluya gittim. 10 metrekarelik alanı deli gibi adımlıyorum. Filmi geri sarıyorum. Az önce konuştuklarımızı bantla dinler gibi tekrar geçiriyorum belleğimden, gözlerimin önüne getiriyorum. Unutulmaz anılarımızın olacağı o buluşma tekrar tekrar dolanıyor hafızamı…
Üstümdeki o ayrılık burukluğu, avluda attığım voltaların arasında bırakıp, kitap okumaya dönüyorum. Daha yeni başlamışım Joyce Maynard’ın “Müebbet Aşk” romanına… Burada okumak için vakit var. Hatta durup duvarlara bakarak düşüncülere dalma zamanı da var. Tek kişilik sarayınızın penceresinden avluya bakma zamanı da, avludan uzak gökyüzünün mavisine, bazen o mavinin içine dağılmış parçalı bulutlara, bazen tam kapalı, bazen açık rengine bakma zamanınız da var. İnanmayacaksınız ama avluya; demir mazgal, çift cam ve tel örgüleriyle bakan bir pencerem bile var. Her ne kadar avlunun karşı duvarından başka bir şey göstermiyorsa da, ben o pencerenin önünde oturup, bazen, denizin can içine işleyen mavisinin dalgalanışını seyredebiliyorum. Bazen Akdamar adasına bakıyorum. Badem ağaçları daha yeni çiçek açmış. Bazen Şişol dağının eteğinde Deraeşk’te (Dirişk), akan derenin üstüne gidip bir demli kaçak çay zamanı buluyorum. Bazen Pirzalan ovasında balık avlıyorum. Bazen canını okuyorum ayaklarımın, dolanarak İstiklal caddesini. Bazen sokak çalgıcılarını dinliyorum geçerken Tunus caddesinin üzerinde. Bazen Yüksel’de basın bildirisi dağıtıyorum, bazen sinemaya gidiyorum… Yeter ki şu ses gelmesin, “Üç tabak ver!”
Şayet bu seslenişle birlikte, sürmeli el arabası sesi de geliyorsa bilin ki yemek vaktidir. Genelde üç tabak olsa da yer yer iki tabak olduğu da oluyor. Hemen gidiyorsunuz ve büyük bir metal ses çıkaran mazgaldan tabakları uzatıyorsunuz. Yemek doluyor ve içeri alıyorsunuz yemekle doldurulmuş tabakları. Aranızda o muhteşem mesafe bu sefer de kapı oluyor. Birden belleğiniz sizi İ.S. ya götürür. Taa 18. Yüzyıla kadar süren, hatta 19. Yüzyılın ortalarına kadar da devam eden köleliğe. Evet, bir tas yemek için alınan ömrünüz. Bir tas ayran, bir tabak bulgur, bir tabak patlıcanlı bir şey… Alınan özgürlüğümüz. Şu bir türlü çerçevesini duvara çakamadığımız hayatı yaşamak için özgür olma hakkı…
Henüz “Düşünceyi” hapsedecek bir cezaevi yapılmamışsa da fiziken engellenmiş olmak için çağın beton-demir karışımı zindanlar yapılmış. Basbayağı tutuklusunuz ve yaşamanızın bu bölümü için karar verilmiştir.
Üç metal tabak, tenekeden bir kaşık ve çatal ve naylon bir bardağınız da tek kişilik sarayında, gâh yazarak, gâh okuyarak, gah hayal kurarak vermiş olduğunuz mücadele, beş vakit Ezan sesiyle tamamlanıyor bazen.
Ezanlardan biri yüksek desibelden okunuyor. İktidar hayırlısı bir ezan... Nağmeler ve bukleler ile uzadıkça uzayan… bir diğeri muhtemeldir ki uzak bir caminin hoparlöründen gelmekte, bir diğeri ise içeriden Bilal-i Habeş gibi doğal bir ses, belli ki muhalif; gerçi bazı zamanlar kaytarıyor, özellikle sabah namazında. Ya uykuya yeniliyor ya da bu da bir muhalefet biçimidir.
Her ne olursa olsun, asrın zindanlarında bir insan yaratımı kendini baş gösterir. Kısılan özgürlüğünüz engellenen insani ihtiyaçlarınıza, alternatif arıyorsunuz ve sesiniz gidiyor duvarın diğer tarafındaki duvar içine… Hal hatır, üç beş kelime kavuşuyor yoldaşınıza… Ne bileyim işte, Cici Bebe bisküvisi ambalajından yapmış olduğunuz ayracı bıraktığınız sayfaların arasından, kocaman yüreklerinize kenetlenen duygu dolu, akıl dolu selamlar hep yaratılır istenirse…
Ve modern bu çağın, teknolojisine yenilmek üzere olan mektuplar çıkar yola böylelikle, pul yapıştırılan ve yolu beklenen “acele cevap.”
Kendinizi gelen ziyaretçilerin yanında unuttuğunuzu, fiziken dönüp geldiğiniz zaman hücrenize, anlıyorsunuz. Hüzünle elinizi uzatıyorsunuz kalbinizin atımına ve dalıyorsunuz… o ses geliyor, “Üç tabak ver!”
Sonra? Sonrası malûm, Yedikol demiri, demir kapının zembereğini harekete geçiriyor ve o kapı buzdan beter bir soğuk beton yığını içinde bırakıyor, Zangg diye.
12.12.2019
2 Nolu Yüksek Güvenlikli
Kapalı C.İ.K C-26
Elazığ