Hava soğuk… Bir elim petekte ısınıp, diğer elime sıra gelene kadar kalemi tutamaz duruma geliyor. Isınmış elimle diğer elime dokununca, derisi muşamba soğukluğunu andırıyor adeta. Akşamdan beridir yazmak için can atıyorum. O yüzden bu havaya katlanmam gerekiyor. Düşünüp duruyorum. Bir yandan da muhtemelen siyah iken uzatmadığım, şu günlerde iyice kır düşmüş bıyıklarımla oynuyorum. Hani bıyığa kırağının düşmesi de normal sayılır. Yarım yüzyılı çoktan devirmişim. Artık coğrafyadaki yaşam koşullarını baz alırsak, bir ayağımızdan fazlası çukurda. Oysa dün gibi hatırlıyorum çocukluğumun bazı parçalarını. İçinde bulunduğumuz hayatın bir çarpa çarpa getirdiği nokta burası. Korkuyla cesaretin didişmesi bu upuzun yaşamımıza, dünden kalan miras hesabı emekle, sevgiyle koruyoruz. Umarım alnımızın teri vardır bu sevdada.
Bu gün anam gelmişti ziyaretime. Bu mevsimde karla mücadele eden şehrimizin dondurucu soğuğunda, epey ilerlemiş yaşına rağmen oğul hasretini gidermek için üşenmemiş, çıkmış yola. Neden sonra 1920lerde Gramsci’nin anasına yazmış olduğu mektuptaki şu satır düştü aklıma, “Yaşam böyle, bazen çok zor. Bazen evlatlar onurlarını ve haysiyetlerini korumak için annelerine büyük acılar çektirmek zorunda kalıyor.” Şu, kader diye dayatılan ve baht olarak servis edilen, tek tipleştirilen, renksizleştirilen, çirkinleştirilen hayat düzeneğine dokunmanın bedeli olarak sadece ben değil, yüzbinlerce evladın anasına yaşattığı şeydir bu…
Daha o günlerde yüksek bir isyana dönüşmüş bu yazgıya karşı, insanlığın bu gün o mektup satırındaki doğruyu hâlâ yaşıyor olması koskoca bir ayıp olarak orta yerde duruyor.
Bir dünya uzak yolu, bir parça özlem gidermek için gelmiş anam. Bildim bileli başındaki beyaz leçeğinin altından sarkan saç tellerine sarılasım vardı. Şaşkın gibiydi. Yolun verdiği yorgunluk o patiska beyazı yüzünü ufaltmıştı. Gözlerinden aşkı aşmış bir fer bakış… Yüzünün haritasına düşen çiziklerin arasından “oğlum” diyen ihtiyar kıpırtılar oluşuyordu. Konuşmadı çok, daha çok seyretti. Baktı, bakıştı… Sanki resmimi çekiyordu. Bir daha… Bir poz daha… Bir kare daha…
Karşımdaki anamla her yüz yüze geldiğim ve göz göze çarptığımda, onun bal peteği tatlılığındaki tebessümünün içine daldım. O bütün ömrüm kadar uzun gelen yarım saatlik “açık görüş”, boyunca bana moral ve güç vermek için sürekli tebessüm etti. Yaşlı, yorgun dudaklarının arasında havalanan o tebessümler sıcacık gülüşlerin verdiği güç ve cesaret bildiğimiz tüm güç ve cesaretleri katbekat aşmıştı.
Bir annenin oğlunu bir daha doğuruşuna tanık oldu o gün; o “açık görüş” odasının duvarları, mahpushaneler tarihi milyonlarca annenin ziyaretine tanıklık yapmıştır mutlaka… Tarifi imkânsız acılar ve çizilmesi zor resimler görmüştür. Tasavvur edemeyeceğimiz sevgi şahitliği yapmıştır. Yapmaya devam edeceğe benziyor.
Evlatlar böyledir işte! Sevdiklerine bir gelecek, aydınlık, özgürlük yaratmak için yine sevdiklerine en büyük acıyı bırakırlar.
Zalimler ise, zulmünü daim etmek için yeşerttikleri öfkelerine, nefretlerine tutunurlar. Yaptıkları her tür zulmü, modaya yorar gibi masumlaştırır, normalleştirirler. Böylesi aykırı, uçukturlar. Yerkürenin her santimetresine dokunduğumuzda önümüze çıkan dehşet, iz bugün yaşananların dünüdür ve o dünü yaşatanların, bugüne bıraktığı mirasın ateşini okuyor ve yaşıyoruz.
Anamın iyice ufalmış gözlerine, buruş buruş avut kıyılarına her gözüm takıldığında, anladım ki, bugünümüzü yakan, geçmişimizi ateşler içinde bırakan, insanlık için sarf edilecek teri her bir lahza kurutmaya hazırdır. Oysa bas bas bağıran “cennet anaların ayakları altındadır” nutukları var ortada. Kâğıdı, kalemi, belleğimi hangi yöne çevirsem, gelip hafızama duran annelerin ayakları altındaki cennet, neden cennet olmuyor sorusuna dönüşüyor.
Hapishanelerin beton zeminleri üzerine basan annelerin ayaklarını, cennetin üstüne koyup, yakan nefesler almakta başka tür tatmin olması gerekiyor. Bu paradoks da buraya bir kez daha yazılmış oluyor.
Şimdi elle tutulur bir borç daha bıraktılar bana. Yani doğurmak, barındırmak, büyütmek, topluma kazandırmak yetmiyormuş gibi bir de bu eziyetli yolu ona aştırmakta borcum giderek katlanıyor anama karşı. Yoksulluğun hüküm sürdüğü Yüksekova kışlarında, yemeğimizi odun sobasının üstünde pişirir, o sobayı tutuşturmak için odun kırar, yazdan yaptığı tezekleri doldururdu. İneklerimize, suyu Yüksekova deresinden kızakla taşırdı. Bakımıydı, okuluydu, temizliğiydi; yetmez gibi ekmeğimizi pişirirdi tandırda. İnsan doğasının daha üstünde çalışır, çabalardı anam… Bir gün dahi itiraz etmeden… Şimdi felç eden soğuk mevsime aldırış etmeden, yolu kat etmiş gelmiş; hepsi yarım saat bakabilmek için bana. İnsanın konuşmaya dahi fırsatı kalmıyor bu sürede. Bir bakış, bir süzüş ve tükenen an…
Analar böyledir işte! Ölmeye dahi zaman bulamazken (ki hiç ölmezler anneler, evlatlarında yaşarlar) onları evlat hasretiyle baş başa bırakıp, ölümlerine sebep yaratılır. Bu ilkel zamandan önceki kısmı mı anlatıyorum yoksa şimdiki kısmı mı? Sormak istiyorum kendime! Çünkü bu yazdıklarım, olasılıktan çok öte, birçok kimse tarafından yazılmış ve söylenmiştir vicdanlara, ancak değişen çok bir şey olmamış gördüğünüz gibi. Kazanılmış bir seçimi sindirememek ve elindeki devlet gücünü, “oyunbozanlık yapan haylaz çocuklar” gibi kullanarak “ben bu seçimi kabul etmiyorum” sonucuna gitmek ve yetmezmiş gibi beni, dolayısıyla ailemi de cezalandırmakla tatmin olmaktır bu işin adı. Öç almaktır başka bir anlamda. Yaşadıklarımızın tadını kaçırmaktır belki de; hiç tat almamışsak da hayattan, hayatımızın üzerinde tepinme iştahıdır kim bilir?
Her şeye rağmen maruz kaldığımız bu güçlükle baş etmemiz gerekiyor. Yaşama yeteneklerimizi burada daha iyi yoklayıp bulmalıyız. İnsani duygularımızın açığa çıktığı kadar, düşünce duygumuzun da hareketlenmesine olanak vermeliyiz. Kesin bir usluluk ve susma kimseye fayda vermez. Arık bir dille ve güçle muktedirinde anlamasını sağlamalıyız.
Bize ait olan ve kısıtlanmış “açık görüş” göz açıp kapayana kadar bitmişti. Söylenmesi gerekene, konuşulması gereken onca şey varken, daha bir dolu havadisin konuşulması gerekirken, ayrılan süre bitiyordu. Kim öldü, kim kaldı? Memleket buz tutmaya başladı mı? Sarkıtlar damlardan uzamaya başladı mı? Yine sis kaplıyor mu şehri? Kirli kömür dumanı düşüyor mu üstüne çatıların? Vesaire… Vesaire…
Korsan zaman tükenince soramıyorsunuz. Ve çaresiz ayrılıyoruz ama Anamın son bakışı, bin yıl yaşasam da tükenmeyecek şekilde kalıyor bende…
13.01.2020
Elazığ