Malum, son günlerin en manidar meselesi, Oslo Görüşmeleri! Aslında ilgili kamuoyunun içeriğinden de yönteminden de katılımcılarından da ilgi düzeylerine göre epeydir haberdar olduğu mevzu, Cumhuriyet Halk Partili vekillerin ellerindeki dosyayı basına sallayarak beyan etmeleri ve adeta "ihbar" kabilinden "İşte Oslo Tutanakları" demeleri üzerinden bir kez daha gündeme taşındı.
Oslo'da gerek PKK'nin gerekse devlet ve AKP'nin temsili şahsiyetlerinin katılımıyla bir dizi görüşmeler yapılmıştı. Hatta o denli ayrıntılara girilmişti ki; Abdullah Öcalan'ın, İmralı görüşmelerinin kesintiye uğraması ya da engellenmesinin birkaç gün öncesinde,önümüzdeki günlerde çözüme dair çok önemli gündem oluşabilir mealinde sözlerini basından okumuştuk.
Sonrasında bilinen şiddet sarmalına yeniden dönüldü. Aslında çatışmalı toplumların süreçlerini yakından izleyenler bilirler ki Barış Süreci kolay değildir. Öyle hemen olsun ve de bitsin denebilecek türden hiç değildir Barış için çaba göstermek ve sonuç almak. Zaman ve sabır ister Barış. Şiddetin hiç arzulanmamasına rağmen tırmanışlar gösterdiği inişli, çıkışlı ve dolambaçlı evrelerin olduğunu BASK, İRA, Güney Afrika ve diğer örnekleri izleyenler çok iyi bilir.
Bu sebeple son bir yıldır şiddetin giderek tırmandığı asker, polis ve gerilla ölümlerinin düştüğü haneyi yürek yangınına döndürdüğü ortada. Buna karşılık siyasetin kan dökülmesini önleyecek çabalar içine girmektense; şiddetin siyasete, kan siyasetine prim yaratması üzerinden politika yapması da ortada. Oysa bir tek insanın kanının dökülmesini önlemenin bile dünyanın bütün siyasal sözlerinden daha anlamlı olduğu bütün çağların ebedi gerçeği olduğu da bir gerçek.
Bu sebeple son haftaların Oslo Görüşmeleri Tutanaklarının alenen aşikârlığı üzerinden yürütülen ve Cumhuriyet Halk Partisi'nin tetiklediği "tetikçiliğin" sürecin barışa evriltilebilmesi için kanal açmak yerine, daha fazla güvenlikçi politikalar ve şiddette ısrara ortam hazırlayacak bir istence karşılık gelebilecek bir "çağrı" olduğunu bir kez daha dillendirmenin anlam(l)ı olabileceğine inanıyorum.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti iktidarının kendilerince "ustalık" adını verdikleri evresi olan onbirinci yıllarında ipliği pazara çıkmış "güvenlikçi politika"da ısrar etmeleri ve sanki bu politikanın yeterince işlevli olmadığı anlamına gelecek bir muhalefetle CHP'nin politikası süreci tıkayan karşılıklı bir iktidar-muhalefet oyununa benziyor. Oyunun aktörleri ne kadar birbiriyle "danışık", orası meçhul. Ama politikalarının birbirinin işine yaradığı, birbirlerine çanak tuttuğu bir gerçek.
Ama bütün bunların üstünde hükümetin güvenlikçi politikalarının başarısızlığı da bir gerçek.
Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) parlamentoya grup oluşturarak ilk girdiğinde, yazdığım bir yazıda bu gruba çok iş düştüğünü, 1965 yılında onbeş vekilden oluşan Türkiye İşçi Partili grubun yaptığı gibi sıkı bir muhalefetle meclisin ezberini bozmalarının mümkün olabileceğini yazmış, söylemiştim. Hâla sözlerimde ısrar ediyorum. BDP'nin asıl muhalefet rolünü yürütmesi mümkün...
1 Ekim 2012 günü ve sonrasında TBMM açıldıktan sonra Adalet ve Kalkınma Partisi'nin, Barış ve Demokrasi Partili vekilleri meclisten uzaklaştırma niyetlerine rağmen BDP'nin dünyaya barışın sesini anlatacak farklı sivil ve siyasi "model örnekler" sunmaları mümkün. Siyaset fırsat yaratma ve fırsatları oyun bozarak, karşı siyasetin gardını ölçüp beklenmedik olgunlukta işler yaratma ve kamuoyu ile paylaşma sanatı olduğunu unutmamak gerekir. Barış ve Demokrasi Partili vekiller arkalarındaki siyasal tercih desteği ve gücüyle bunu hâla başarabilirler. Yeter ki süreci iyi okuyup değerlendirebilsinler.
Acı ve ateş maalesef düştüğü yeri yakıyor. Acının, ölüm haberlerinin ilk paylaşıldığı güne ve medya karşısındaki söylemlere bakıp aldanmamak gerek. Ölü ya da şehit defnedildikten sonra ailece kayıptan ayrı yalnız ve baş başa kalınan ilk gece, neyin hangi değerin kaybedildiği bizzat o evladı doğuran ananın rahminin, beyninin, yüreğinin sızısıdır. Mesele o acıyı, "uzaktaki" bir acı gibi değil de "kendi acısı" gibi bütün siyasetlerden ve siyasal hamasi nutuklardan azade hissetmek ve buna göre çaba göstermek meselesidir.
İşte bu sebeple Cumhuriyet Halk Partisinin Oslo'yu kamuoyuna "ihbar" eden tavrını anaların yüreği daha çok yanmasın tavrıyla örtüşmediğini söylemeliyim. Adalet ve Kalkınma Partisinin bütün şiddetçi güvenlikçi politikalarına, BDP'li vekilleri meclisten "atma" tehditlerine rağmen "Oslo ve İmralı görüşmelerinin ihtiyaç halinde yeniden başlayabileceği" mesajlarını bizzat Başbakan'ın ağzından duyurmalarını anlamlı buluyorum.
Ama bir kez daha Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş'ın yıllar evvel bir basın mensubuna ettiği ve daha sonrasında da her defasında ısrarla tekrarladığı bir sözüne vurgu yapmanın da hakkaniyetli olacağı kanaatindeyim. "Bu işi iki Abdullah çözer" demişti Abdullah Demirbaş, Öcalan ile Gül'ü kastederek. Abdullah'lardan birinin rolüne 2014'e kadar soyunan elbette ki var. Ama 2014'e de daha iki yıl var.
Unutulmamalı ki; siyaset, tarihe geçecek siyaset; inisiyatif kullanma ve risk alma sanatıdır. Siyasetçi, yeri geldiğinde kendi yandaşlarının dahi, kararından şaşkınlığa uğrayacağı, ama tarih yazılırken çağlar boyu adından söz edileceği işlerin altına imza atanları anar, rutinin siyasetini yapanları değil...