2013 Ekim ayı itibariyle yaklaşık ondört yıldır işçi kadrosunda ama filli olarak Başkan Danışmanı unvanıyla çalıştığım Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nden çalışma sürem epeydir dolduğundan emekliliğimi istedim ve oldum. Şu anda Sosyal Güvenlik Kurumu işlemleri gerçekleştiriyor.
1999 yılındaki yerel seçimlerde HADEP (Halkın Demokrasi Partisi), başta Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi olmak üzere Türkiye Kürdistan’ının elli yerleşim yerinde belediyeleri almıştı. Seçimlerden önce bir televizyon programındaki tartışma programında HADEP belediye başkan adayı Feridun Çelik’e sormuştum. Bugüne kadar iktidar ve belediyecilik deneyiminiz yok. Ayrıca kadrolarınız da böyle bir yapıya henüz uygun değil. Nasıl yapacaksınız bu işi, diye. Feridun Bey yanıtlamıştı. Partili olsun ya da olmasın nitelikli ve sorumluluk üstlenen arkadaşlara görev teklif edeceğiz.
Bu anlayış çerçevesinde Feridun Çelik Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı olduktan yaklaşık yirmi gün sonra beni de bir grup arkadaşla birlikte göreve davet eti. Olanaklar çok kısıtlıydı. Derin devlet de, görünür devlet kurumları da; Nasıl olsa bu kuşatmaya dayanamaz, birkaç ayda bırakır kaçar giderler diye düşünüyorlardı. Ama öyle olmadı. İnadına direnildi / direndik. Çevremizi, ilişkilerimizi, dostluklarımızı kullandık. En büyüğü de halkın sarsılmaz iradesi ve kararlılığı idi.
Hiç unutmam seçimlerin alınmasının birinci yılının içindeydik. Fiskaya bölgesinde kangren haline gelmiş halkın bir yol talebi vardı. Zor şartlar içinde o yol açılmış ama henüz asfaltı dökülmemişti. Bir grup gazeteci çalışmaları yerinde izlemek üzere şehre gelmişti. Başkan vekili ile birlikte o mahalleye gittik. Araçtan indik, Karşımıza çıkan ilk vatandaşa gazetecinin biri sordu. Nasıl, belediyeden memnun musunuz, diye. Vatandaşın yanıtı gazeteci açısından şaşırtıcıydı. Bak gazeteci abi, sen şimdi düşünüyorsun ki, biz bu belediyeden sırf yolumuzu yaptı diye memnun olduğumuzu söyleyeceğiz. Öyle değil. Yolumuzu yapmasalar da, hizmet getirmeseler de! Onlar bizim çocuklardır ya! Orada otursunlar ve orası bizim belediyemizdir diyelim yeter.
İşte halkın ilgisi ve sahiplenmesi böyleydi. Yükümüz ağırdı, sorumluluğumuz büyüktü. Çok basit talepler için dahi belediye, devlet kurumu olmakla birlikte, devlet kapısına gittiğimizde en hafifinden “terörist” ya da “terörist yardakçısı” muamelesi görüyor, reddediliyorduk.
Marmara depremi sonrasında belediyenin bodrum katında yardım toplama merkezi oluşturmuş, bir de komite kurmuştuk. Her akşam toplanan giyecek, gıda ve her türlü yardım malzemesinin gelen ve yollanan listesini valiliğe ve ilgili birimlerine ulaştırmak zorundaydık. Gerekçe basitti; siz bu malzemeleri depremzedelere değil, dağa yollayacaksınız.
Aslında o günlerin belki ilerde kitabı yazılır. Çok uzun hikâyeler…
Kendi adıma daha çok kent kimliği, kent kültürü üzerinden sorumluluklar üstlendim. Üç dönem çalıştım. Bir dönem 1999-2004 arası Feridun Çelik’le. İki dönem de 2004-2013 arası Osman Baydemir’le. Kimi kez başkanlar görevlendirme yaptılar. Çoğu kez de durumdan vazife çıkararak ben kendim düşünce, fikir üreterek projeler sundum, fikri katkılarda bulundum.
Binler yıllık Diyarbekîr surlarının çevresi uzun yıllardı kuşatma altındaydı. Surlar yıkılıp dökülüyordu. Kahveler, çayhaneler, tavacılar, kebapçılar, ciğerciler, velhasıl işgalciler üç kuruş daha fazla kazanayım diye umursamıyorlardı. Dönemin başkanı Sayın Feridun Çelik’le bir gün sohbet ederken dedim ki; Başkan çok iyi asfalt yaparsınız ve birgün görev süreniz dolar sizden sonra gelen beton asfalt döker sizin yaptığınız unutulur. Ama eğer tarihe geçip kalıcı olmak istiyorsanız şu surlara bir el atın, etrafını işgalcilerden temizleyin. Temizleyip sahiplenin ki şehremini olarak adınız tarihe yazılsın.
Belki başkaları da demiştir. Ama ben danışman sorumluluğumla bu düşüncemi ve yapılması gerekeni ilettim başkana. Bir süre sonra tarihi adım atıldı ve sur dipleri o Kürt iradesinin kararlılığına eyvallah ederek işgalcilerden temizlendi. Sonraki dönemlerde de o karar sürdürüldü. İşte bugün şehre gelen konuklar surların iç ve dış çeperlerinde yemyeşil bir kuşak görüyorlarsa o günlerin ve o kararlılığın eseridir.
Kentin Alipaşa Mahallesinde devasa bir Kürt Konağı vardı. Belediye Başkanı Sayın Osman Baydemir bir keresinde bana itiraf etmişti. Kendisi İnsan Hakları Diyarbakır Şube Başkanı iken bütün şehri dolaşmış ve birgün olanak olursa bu konağı İnsan Hakları Müzesi yapmak isterim demiş kendine. İşte o konağın sahiplerinden kentin 1963-73 yılları arasında Diyarbakır Belediye Başkanlığı yapmış şahsiyeti Nejat Cemiloğlu Ağabey birgün beni aradı. Ve dedi ki Şeyhmus’cuğum beni Kültür Bakanı ısrarla arıyor. Diyor ki Cemilpaşa konağını bize verin. Restore edip devletin kültür kurumlarından biri haline dönüştürelim. Fazla direnemeyeceğim galiba, ne diyorsun?
Dedim ki Nejat Ağabeye; Abi biliyorsun bu devlet sizin kardeşiniz rahmetli Felat Abiye cezaevinde dışkı yedirdi. Felat Abi hapisten çıktığında çok öfkeliydi. Ama öfkesini yenmeyi bildi. Konakla ilgili sorulduğunda da ‘umarım bu konak birgün Kürt çocuklarına kendi ana dillerinde ders veren bir kurum haline dönüşür. Dilerim ben ölmeden o günleri görürüm’ demişti. Eğer siz konağı devlete verirseniz Felat Abinin kemikleri sızlar dedim. Peki, ne yapalım deyince Nejat Cemiloğlu ağabey, Büyükşehir Belediyesine hibe edin. Ben size başkanla randevu ayarlayayım. İstanbul’dan çekin gelin bir günlüğüne Diyarbakır’a dedim.
Belediye Başkanı Sayın Osman Baydemir’le konuştum. Nejat Bey de geldi, protokol imzalandı. Ve birkaç yıldır restorasyonu ve işlevlendirilmesi süren sur içinde ikibin metrekarelik devasa Cemilpaşa Konağı birkaç ay içinde şehrin ve bölgenin Hafıza Merkezi, Kent Müzesi olarak açılıyor ve tarihe geçecek.
İstanbul’da birgün Nevizade’de oturuyoruz, Mıgırdiç Margosyan ve Surp Giragos Kilisesi Vakfı başkanı Ergun Ayık’la. Daha önce de tavanı çöküp zemininde koca bir moloz yığını oluşmuş ve Feridun Çelik döneminde 750 römorkla ancak temizlenebilmiş Diyarbakır’ın Gavur Mahallesindeki Surp Giragos Ermeni Kilisesinin akıbetini konuşuyoruz. Patrikhane ikna edilmiş uzun yıllardır hayalimiz olan ve ah birgün bu kilise onarılıp şehre yeniden kazandırılsa dediğimizi dillendiriyoruz. Soruyor Ergun Bey ve Margosyan Hoca, Acaba belediye bir miktar katılımla bu restorasyon projesine ortak olur mu?
Ben başkanla konuşurum, diyorum. Birkaç gün sonra Diyarbakır’a dönünce başkana anlatıyor ve bu projenin çok önemli olduğunu yüzleşme, özür, telafi dediğimiz meselenin ancak böyle işlerle vücut bulacağını anlatıyorum. Yüzde on, ya da onbeş gibi bir bütçeyle katılsak iyi olur diyorum. Başkan tamam gelsinler görüşelim, diyor. Birkaç gün sonra Ergun Bey ve Margos hoca Diyarbakır’a geldiler. Başkan hepimizi şaşırtarak biz size borçluyuz. Yüzde otuzla bu projeye ortağız diyor. Restorasyonun başlaması ile bitmesi üç yılı buldu. Bugün son iki yıldır Diyarbakır Surp Giragos Ermeni Kilisesinin çan sesleri ile Dört Ayaklı Minarenin ezan sesleri artık birbirine karışıyor. Ermeni diasporası bu işin erdemini anlatıyor.
2003 ya da 2004 yılıydı Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat Festivalini yaptık. Bir süre sonra Mülkiye Müfettişleri geldi. Soruşturma açmışlar. Festival Koordinasyonunda görevli olanların ifadesi alınıyor. Beni de çağırdılar. Müfettiş sordu; Hadi Türkçe ile birlikte Kürtçe konuşmaları, yazıları, müzikleri anladık. Peki, bu Ermenice, Süryanice dilleri ne oluyor?
Bak dedim sayın müfettiş; bırakın belediye kimliğimi, ben bir aydın olarak bu coğrafyanın çok dilli, çok kültürlü, çok dinli, çok etnisiteli hâlini severim. Ve bu hâlin yaşaması, yaşatılmasını isterim. Belediye dediğin, hizmet üretirken bunları yapmalı. Ve bir belediyeyi bunları yaptığı için değil, eğer yapmaz ise asıl o zaman sorgulamalı. Yazı ve ifademin altını imzalayayım. Cezam neyse razıyım, dedim.
Dedik ya! Uzun hikâye, kitabı yazılır ve sözlü tarih yöntemiyle dönemin tanıkları paylaşır dilerim o günleri, yaşananları.
1999 Mayısında göreve başlarken Belediye Başkanı Feridun Çelik’e mal beyanında bulunmuştum. Gerek var mıydı diye sormuştu. Benim açımdan var demiştim. Hâla içinde oturduğum bir evim, bir arabam, kirada olan bir dükkanım, Diyarbakır Elazığ Arasındaki Hazar gölü kıyısında mütevazı bir kooperatif evim var diye beyan etmiştim 1999’da. 14 yıl sonra dükkânım yok, sattım. Neyim var idiyse şimdi bir eksikle yeniden mal beyanında bulunarak giderayak hayat kavgası nedeniyle çalışma hayatına nokta koyuyorum. Yeni ve daha yoğun işlere merhaba diyebilmek için.
İşi yazmak ve yazmayı hayatının vazgeçilmezi olarak uygulayan bilir ancak benim ne demek istediğimi. Keşke yazmak üzerinden, kitaplar üzerinden hayatını sürdürerek, başka bir işte çalışmak durumunda kalmasaydı yazarlar. Ama maalesef kalemin, yazının hükmü hayatı sürdürmeye yetmiyor bu tuhaf ülkede.