Eski YSE'ciler (3)

Enver Özkahraman

Van"dan, Van çimento fabrikasından damperli Mercedes kamyonuna 15 ton çimentosunu alır, Hakkâri"ye gitmek için yola çıkardı. Saatler sonra karanlık bastığında ise Zap vadisinde Depin köprüsünü geçip tünelin olduğu yokuşa sarılır sarılmasına da bir gözü yolda, bir gözü sol tarafındaki Sümbül dağının altındaki karlı buzlu pınarında olurdu. Gözleri aradığını buluyordu. Çeşmenin yanı başında yanan bir ateşin alevi gecenin karanlığını yalayıp ışıldadığında içinden:  “Bizimkiler, demleniyorlar. Ben de dönsem, bir iki duble atıp yorgunluğumu gidersem mi? Bugün virajlarda başım çok döndü”diye geçirdi.

 

Dönüp Depin köprüsünden gerisin geri, çeşmenin başındaki arkadaşları ile buluştu. Ateşte acılı, lezzetli bir güveç, sofra sebzeli, meyveli, çerezli şişeler de suda, su şırıl şırıl. Körün istediği bir göz, bizimkisi ikisini birden bulmuş gibi sevinçli. Sohbet ve kahkahalarla yeniliyor içiliyor, güveç tenceresi hariç, kalan artıkların hepsi Zap"a atılıyor, balıklara...

 

Eve dönülmek üzere damperli çimento yüklü kamyona yöneliniyor. Şoför mahalline sığılabilindiği kadar dört beş kişi biniyor, diğer arkadaşlar güveç çömleği ile birlikte çimento torbaları dizili dampere çıkıyorlar.

 

 Bir YSE dozeri tehlikeli yollardan
 böyle şantiyelere taşınıyordu.
Dönüş yolu, Depin köprüsü geçiliyor, tünelin rampasını tırmanıyor kamyon. Araba ağır, vites küçültülecek, şoför mahalli kalabalık, popolar yapışık yapışık ancak sığınılmış oraya. Vites kolu ile birlikte damper kolu karıştırılıyor ve kol çekiliyor, tünel geçildikten sonra damper yavaş yavaş yükselir yıldızlara doğru. Damperdekilerin bağırtısı çağırtısı, küçük vitesteki eksozun uğultulu sesi ve şoför mahallindeki kahkahalardan duyulmaz, üsttekilerin sesi şoför mahallinden. Sıra sıra çimento torbaları, en son sıra ile birlikte dört arkadaş, güveç çömleği ile birlikte dökülürler yola. Çimento tozuna bulana bulana kalırlar orada. O zamanlar, hele hele o saatte gelip geçecek bir aracı Allah vere. O yıllarda o saatte bir araç bulmak zaten bir mucize. Bizim  çimento “yüklü.!” kamyon şehre çıkar karayolları virajında şoför mahallindekileri indirilir, damperin üstündekilerin de indiği sanılır.

 

Kıran mahallesindeki YSE tesisleri sahasına girilerek manevra ile diğer  kamyonlarla aynı hizaya getirilir aracın burnu. Sonra araçtan inilir ve kontak anahtarı gece bekçisine  uzatılarak, peltek bir dille: “Ben çok yorgunum sabah gecikebilirim, al anahtarı sabah saha amiri Hasan Koca"ya söyle yükü boşalttırsın.” denilir. Bekçi şaşkındır. Bir damperli araca bakar bir de şoföre, yerinden fırlamış şaşkın gözlerle. Heyecanlı bir sesle de: “Keko ne yükü? Yükün nerede, yoksa başına bir iş mi geldi?”

 

 Bunlar da Karadeniz bölgesinden
 gönderilme idi. Solda beyaz gömlekli
 sendikacı Osman Şimşek, bir
 şantiyede çalışkan karadenizlilerle
 konuşurken.

-  Damperde 15 ton çimento var, söyle onlara sabahleyin erken indirsinler.

- Keko ne damperi, dampere baksana, damper boş ve havada.

 

Arabaya  bakılır ki gerçekten damper kalkık durumda. Çığlık atılır:

 

-Eyvah evim yıkıldı dört  arkadaşımı da  damperden atmışım, külü başıma koymuşum.

 

Arabaya hızla binilir, gelinenyola dönülür. Olabilirdi ki. Çok şükür, SERÊSOLAN"da çimento tozuna bulanan arkadaşlara bir şey olmadığı görülür. Nüktedan arkadaş EZO kucağında sıkı sıkı tuttuğu güveç çömleğini şoför arkadaşına göstererek:

 

-Keko, hadi bize acımadın bari bu acılı güvece acısaydın. Çocuklar evde bunu bekliyorlar! Diyebilecek kadar, başlarına gelenleri umursamayan YSE"cilerdi bunlar.

 

Şoför Keko kardeşin günlerce hem de her sabahın köründen gece yatsısına kadar Hakkari"ye, Van çimento fabrikasından çimento taşımak için dolambaçlı virajlarda dönen başını, Sümbül dağının altındaki, buz gibi pınarın başında, hazır bir kır sofrasında ütülemesi kadar doğal ve güzel ne olabilirdi ki?

 

* * *

 

BAZI KAZALAR VARDIR, KİMSEYE SÖYLENMEZ! DUYULSA DA İNKAR EDİLİR!

 

 Bu yollar, ahh neydi bu yollar.
 Kaç kez hem gece, hem de gündüz
 geçtik bu yollardan bilinmez. Hem de
 arazili makaslı arabalarla, bir kasiste
 kafatasının şoförmahalinin tavanına
 değe değe, saate 20-30 kilometre hız
 yapmak ne güzeldi bu yollarda. Kendi
 tozunu bir viraj sonra yuta yuta...
 Ama  hala oraların hayalleri ile
 yaşanılıyor. Ne güzeldi o günler.

Bizimkisi, kırk günü geçkindir uzak bir ilçenin uzak bir şantiyesindedir. Yarına, gün doğmadan, bir damperli kamyon Hakkâri"ye şantiyedeki araçların ihtiyacı olan mazotu almak için yola çıkacaktır... Bizimkisi de her YSE"ci gibi eşini ve çocuklarını özlemiştir. Ellen eder, küllen eder şantiye şefini ikna eder ve sabahın köründe dampere bidonları yükleyerek şoförle birlikte yola çıkmak üzereyken, şantiye  şefinin sesi duyulur, çadırdan:

 

—Gece geç saatte de olsa bu gün burada olun haa…

 

Öğlen saatlerinde Hakkâri"ye ulaşırlar. Mazot doldurulması için bidonlu damper YSE"deki akaryakıt ambarına bırakılır ve hızlı adımlarla eve yönelir bizimkisi.

 

“Çocuklar okuldadır,  bir saatliğine de olsa hanımla şakalaşır hasret gideririz.”diye geçirir içinden. Tabi başına gelecekleri bilmeden...

 

Ev yakındır, hızlı adımlarla bahçedeki kavak ağaçlarının arasından eve yönelir. Merdivenlerden çıkarken giriş kapısında kocaman siyah kapı kilidini görünce dünyası yıkılır. Cüzdanından çıkardığı yedek anahtarı ile kapıyı açar, kirli çamaşır çantasını salona bırakır ve çıkar bahçe duvarından komşu kadına, eşini sorar.

 

“-Anneme gidiyorum, akşam geleceğim dedi.” Cümlesini duyunca boynu bükülür, omuzları düşer…

 

Az önce koşar adımlarla geldiği eve istemeye istemeye girer, bilinçsizce odadan odaya girip çıkar. Manyeto"lu telefon, yıllarıdır herkesin evinde telefon yoktur. Tabi ki  bizimkisinin ve kayın anasının da yoktur… Canı çok sıkkındır. Canı bir duble (rakı)  içmek ister. Çoktandır içmemiştir, zaten eşinden ve çocuklarından sonra özlediği tek şey ,o merettir. Cüzdanını çıkarır, bakar eeh eeh bir ufak (Rakı) alacak kadar parası var, çarşı da yakın… Çıkar çarşıya ufağını alır, eve dönüp bir iki düble atıp hanımın yokluğundan hanımdan yana efkar dağıtmak niyetiyle.

 

 Uzun yıllar YSE, Hakkâri"nin ve
 Hakkârilinin demir kaynak,
 marangozluk hatta torna işlerini de
 
yapan bir yerdi. Çünkü o yıllar
 kazmanız veya küreğiniz kırılsaydı,
 bir kaynakçı bulmanız mümkün
 değildi. En yakın yer de Van"dı.
 Hakkârililerin böylesi işleri hep YSE
 atölyelerinde yapılıyordu. Fotoğrafta
 tornacı Kemal Şimşek, Sait Yakar"ın
 takma ayağını onarıyor.

Eve doğru yürürken karşı kaldırımda siyah çarşaflı peçeli bir kadının dönüp dönüp ona baktığını görür. “Yollu mu ne?Bana niye öyle baktı ki”diye geçirir içinden. Birkaç adım atıp çarşaflıya yaklaşarak laf atar, çarşaflı ses çıkarmaz, bizimkisi tam cesaretlenir ve kadının duyabileceği bir ses tonuyla:

 

-          Hatun, sen beni tanıyıp biliyor musun?

 

Çarşaflı “evet” anlamında başını öne doğru sallar

 

Bunun üzerine bizimkisi daha da cesaretlenir:

-Yahu 40 gündür şantiyedeydim şimdi eve geldim, zalimin kızı evi bırakmış annesine gitmiş. Benim de akşam şantiyede olmam lazım. Ben ölmüşüm bitmişim, beni anlıyor musun? Der.

 

Kadın yine “-Anladım” anlamında başını öne doğru sallar...

 

Bizimkisi:

-Ben eve gidiyorum, evde kimse yok, beş dakikalığına bize gelmez misin?

 

Çarşaflı bu kez, “hayır” anlamında başını arkaya doğru sallar. Bizimkisi yapışkandır…

 

-Kapıyı açık bırakırım, on dakika gel sana bir altın vereyim. Param yok ama evde birkaç altınım var.

 

Çarşaflı yine  “hayır” anlamında işaret verir.

 

-Yahu yüzünü görmedim, eğer güzelsen, değiyorsan şerefsizim iki altın veririm.

 

Kadın bu kez “evet” anlamında başını sallar... Bizimkisi çok sevinmiştir ve kadına şöyle der:

 

 Tiyatroculara taş çıkartacak
 yetenekteki Ali Dayan, Ahmet Aslan"a
 mektup yazarken.

-Ben hızlı adımlarla gidiyorum, evin kapısını açık bırakıyorum. Sen ardımdan gel hızla bahçeden eve gir iki altınını al git. Sevap da kazanırsın vallahi.

 

Hızlı adımlarla yürür eve ulaşır evin kilidini açar, kapıyı ardına kadar açıp salonun ortasında durup gelen çarşaflı kadını sevinç ve arzu ile gözetlemeye başlar. Kadın yavaş adımlarla ve emin emin yürüyerek kapıya kadar gelir. Bizimkisinin sevinçten gözleri dönmüştür, kadın içeriye iki adım atar atmaz bizimkisi kadına sarılmaya yeltenir  yeltenmez kadın aniden sağ eli ile bizimkinin gırtlağını koparırcasına sıkarken sol eli ile de peçesini kaldırır. Bizimkinin gözleri yuvasından fırlamıştır, sıkılan boğazının acısından değil, peçenin altından çıkan o çok tanıdık suratın şaşkınlığından!

 

O gece yeterli mazot olmadığı için araç şantiyeye dönmemiştir. Bizimkisi evden fırlarken cebindeki ufağını(rakısını) alır, susuz ve aç karına içerek Mazot kamyonunun şoför mahallinde geceyi geçirmiştir hem de çok sevdiği iki çocuğunu hiç göremeden. Ertesi gün de akşama varabildikleri şantiyeye kadar ağzını bıçak açmamıştır. Şantiyedeki arkadaşları onu üzgün görünce sorarlar:

 

-Hasta mısın neyin var?

 

Bu sorulara, “Sormayın dişim çok ağrıyor”diye karşılık verip geçiştirir durumu.

 

Bu olanlar birkaç ay sonra ortaya çıkmış ve benim de kulağıma gelmişti inanmamıştım.  İnanmak da istememiştim doğrusu. Çok acımıştım. Bir gün fırsatını bulup sormuştum kendisine. İnkar etmişti ama gözleri inkarını onaylamıyordu tabi.

 

 Abdurrahman Sönmez, Salih Şimşek,
 sahada (Hakkâri"ye gönderilen!)
 Mehmet Bey"le böyle poz vermişlerdi.
 Mehmet Bey, bir müddet Hakkâri"de
 kaldıktan sonra işini yapıp ayrılmıştı.

Aradan bir yıl kadar bir zaman geçti bir düğünde hanımını gördüm af"ına sığınarak ve yemin ettirerek sordum. Bacım inkâr etmedi “Raste”,“(Doğru dur).” Dedi.

 

“Peki, sonra iki altını aldın mı?” diye sorduğumda da boynundaki iki dizi altından birini göstererek: “Bira min çav lê tarî kir, tola xwe zêdetir jê vegirt, hêj kanê. (Kardeşim, gözlerini kararttım, intikamımı fazlasıyla aldım ondan, hele nerdee.) demişti bana…

 

İşte eşinin çocuklarının ve sevdiği rakısının özlemi ile tutuşan bir YSE"cinin başına gelenler. O, nasıl anlatabilsin bana, size, yani…

 

* * *

 

Bakmayın siz, rakıdan söz edip, bunları yazdıklarıma. İçenlerin tamamı da şantiyelerde dahi oruç tutan, namazlarında niyazlarında insanlardı. O zamanlar yaz kış demeden tatil pazar ve bayramlarda bile gecesini gündüzüne katarak sınır köylerinde alev, alev yanan vadi tabanlarında, kışın kar tipi demeden köyden köye koşturan, hiçbir sosyal yaşantısı olmayan, fırsatını bulduğunda da değerlendirmesini bilen fedakâr ve cefakâr dünün YSE"cisinin yüzlerce güzel anılarından sadece bir kaç tanesini paylaştım sizinle.

 

Tabi büro çalışanı olup yönetici olan Mehmet Karadiz ile Mehmet Dağgöl"ü övmezsek bile çok iyi birer yönetici olduklarını, yine fahri birer YSE"ci Olan Nazım Erdoğan"la, Ecz. Hikmet Kurt"un da hep şantiyelerde işçilerle birlikte cefa çektiklerini söyleyebilirim.

 

Bir pınar başı veya çınar altı, 2–3 mahruti çadır, üstü meşe dalları ile örtülü bir çardak, çardakların altında muşamba örtülü bir iki tahta masa, masaların yanlarında tahta tabureler, birkaç metre ötede koca ocaklar, ocakların üstünde koca koca çevresi simsiyah tencereleri…

 

Bir damperli kamyon, bir dozer, bir veya iki kompresör(taş delme) de şantiyenin omurgası makineler… Greyder ise 15-20 günde bir gelip dozerin açtığı yolu düzeltme işi yapacak. Bu makine parkı, bir ilçenin ve tüm köylerinin umudu idi o günlerde. O günler dediğim, 1970 ile 1985 yılları arasını kast ediyorum.

 

 Eski YSE işçisinin yaptığı hizmetlerin
 tamamı bugüne kadar ayakta dimdik
 duruyor. Ama ihale furyası ile yapılan
 işlerin kısa zamanda enkaza
 dönüştüğünü gördük hepimiz.

Helena'dan Rubarok"a,Yüksekova'nın Soryan'ından Uludere'nin Mijin Hedriş ve Hilal'ine, oradan Beytüşşebap'a, Feraşin'e ve Nebırnav'a kadar tüm köylere  karış karış hizmet götüren gerçek  kahramanlardı... Hem de o günün olanaksız şartlarında. Yemesi yatması ile 2-3 çadırlık şantiyelerde. Yazın gündüz yakıcı güneşin altında taş ve kayalarla boğuşarak geceleri sivrisinek ve böceklerle... Kışın kar ve çığın tehlikelerine göğüs gererek, hele hele 1975'ten önceki durumlar anlatılır gibi değil. Eldeki makineler ise diğer illerde kullanılmayacak hale geldikten sonra Hakkari"ye hizmet olarak gönderilmiş makinelerdi.

 

Uzun yıllardır, Hakkâri bir üst makama geçiş ili durumunda...

 

“Git Hakkâri"ye bakalım, başarılı olursan seni Bilecik, Sinop, Tokat, Uşak, Kastamonu gibi illere gönderebiliriz. Yok, başarını göremezsek merkeze alırız” demeye getiriyorlar. Gönderdikleri yönetici veya amirlere bakıyorsunuz, yaptıkları iş bir çeşme veya birkaç ağaçtan oluşan bahçemsi bir yere… Hatıra ormanı diye koskocaman bir tabela asmak, gazetelerde yayımladıkları bir iki haberle, terfi ettiklerine defalarca şahit olmuşuzdur...

 

 İki emektar yaşlı YSE"ci;
 M. Reşit Karga ve A. Kerim Vural.

Ama yıllar yılıdır, Hakkâri, ilçe ve köylerine her türlü hizmeti götürmeye çalışırken alev alev yanan vadi tabanlarındaki şantiyelerde, aylarca evlerine eşlerinin ve çocuklarının yüzüne hasret kaldıkları yetmiyormuş gibi görev sırasında çığ, sel, heyelan gibi olaylarla görev şehidi olan, Hakkârili çalışanların, isimleri bile konu edilmiyordu…

 

Bu cefakâr insanların çektiği eziyete karşılık, onure edilmeleri gerekmez miydi bugüne kadar? Bir köprüye, bir çeşmeye veya bir yola Halit Sayın köprüsü, Necip Cidal çeşmesi, Mehmet Dağgöl sokağı gibi isimler verilebilirdi...

 

Onların canlarını dişlerine takarak ulaşıma açtıkları köy yolların birçoğu bugün artık yok, köprülerin birçoğu uçuruldu, camilerin hepsi yıkıldı, yerlerinde yeller esiyor, çeşmeler akmıyor yerleri bile makinelerle yok edildi...

 

Bunlardı saat, radyo, helikopter (o da havada) ve keleşten başka makine görmeyen insanlara yolla birlikte makine, okul, cami çeşme, köprü, sağlıkçı, öğretmen götürenler. Onlardı mukallitlik olsun diye dozerin önüne ot bıraktıran (yesin diye)...

 

 Greyderci İsmet Akdağ, Gün boyu
 ayazda dozerde çalışırken
 bacaklarının arasına bir mangal
 bırakarak çalışıyordu, Slehyan
 yolunda.

Onlardandı; Necip Cidal, Halit  Sayın, Yusuf Dağgöl, Osman Şimşek, Halil Işıklı, Ahmet Taş, Hetem ike, Cebrail Balkeser, Ali Saraçoğlu, Cafer Eskici, Reşit ve Abdullah Korkmaz, Abdullah Orhan, Hazer Yurttaş, Mirza Sönmez, İbrahim Müftüoğlu, Abdullah Tekçe, Mehmet Ağaoğlu, Sağır ve Dilsiz dozercilerin piri Naif Yaman, vs. gibi yöre insanlarının geceli gündüzlü, yazın yakıcı sıcağında, vadi tabanlarında şantiyelerdeki yamalı çadırlarda, yılan, akrep ve çıyanlarla  iç içe geceleyip canlarını dişlerine takarak, köylerine ve aşiretlik akrabalarına hizmet götürme çabalarını, kışın ise hiç durmamaksızın günlerce o zemheri soğukta dozerde ve greyderde bacaklarının arasına aldıkları mangalla ısınarak bir an önce insanlara ulaşma sevinçlerini defalarca okudum  o yorgun ve uykusuz gözlerinde.

 

Doğuracak bacılarını ve doğacak olan yeğenlerinin de rakip aşiretten olmasına karşın bile yüzlerindeki mutluluğu utanarak gizleme ustalıklarını, defalarca sezinledim yüzlerinde. Kurtarma çalışmalarında, karların üstünde on iki saatte yedikleri üç beş zeytini, (arkadaşı yesin diye) bitirmemek için ekmeğini sudan aldığı acımtırak PUZ otuna dolatan, diğeri ise bir dilim helvanın yarısını (köydeki çocuklara veririz, diye) itinayla kâğıdına sarmalayan isimsiz gariban işçilerdi bunlar… Halktan insanlar olan bu çalışanlar, bazı yönetici ve idarecilerin iyi sicil almalarına daha üst bir görev veya iyi bir vilayete gitmelerine vesile oldukları çok olmuştur. Ama yeri ve günü geldiğinde de İbrahimê Mirê"nin dediği gibi:

 

- “Sayın Bakanım Valimizi sakın almayın Hakkariden. Bize çok hizmet yaptığından değil veya sevdiğimizden de değil, Hakkâri yi yıktı, bari başka yeri de yıkmasın!” diyebilen cesur, bilge yaşlıların çocukları idi bunlar. Hakkârili kendisine gerçekten hizmet edeni bilir ve de sever. Yıllar öncesinden 1960"lardan, Vali Celal Kayacan ve 1970"lerden, Vali Altay Utkan gibi insanlar asla unutulmaz. Ama samimi olmayanlarını da anımsamaz, hem de dünden bugüne.

 

Gelin görün bu bir avuç insanın 1970 ve 1985"li yıllarda ve sonrasında da birkaç yıpranmış araçla, canlarını dişlerine takarak yaptıkları ALTIN işler asla küçümsenemeyecek olduğu gibi, o günler zor şartlarda sınır boylarında, başka hiç kimsenin yapamayacağı işlerdi... Takdirlik çalışmaların sahiplerinin isimlerinin unutulmaması, bir anlık bile olsa isimlerini yukarda zikretmek bile benim için büyük bir mutluluk vesilesi oldu…

 


Şantiye dediğin buydu; topu topu 15 kişi idiler. Şefinden, şoföründen, dozercisinden işçisine dağları deviren... Sol baştaki Mêrganlı Seyit Ahmet ve sağdaki dört kişi ise Şantiyenin misafirleri (Kaşuranlılar) idi...

 


1978 yılında, Uludere"deki (O yıllar Hakkâri"ye bağlı) bir şantiyeye giderken. Milletvekili Mikail Elçi, YSE Müdürü Ali Ulaş, Halil Işıklı, Mehmet Dağgöl ve Bakanlıktan Daire Başkanı Pakize Aladağ SUVARAHELÊ geçidinde böyle halay çekmişlerdi. (Bugün bu yol trafiğe kapalıdır.)

 

 

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (15)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.