Tam o sırada öykünün narin sesi Evrim Alataş’ın ölüm haberini almış ve çok deli bir üzüntü içindeydim. “Her dağın gölgesi denize düşer” de cumhuriyetin alevi köylülerine çektirdiği çileyi yazmıştı. Ama o keleminde, neşesini öfkeye ve kıyamete teslim etmedi hiç. Yaşamındaki gibi. Tam onun ölüm haberine hazin bir hayal kurup yazayım derken Samsun’dan o bitirim terbiyesizlik haberi geldi.
Cumhuriyet yine Kürtlere durup dururken bir mezar kazmaya çalışıyordu.
Hani Ahmet Türk, Kürt siyasetinin yetiştirdiği en dingin en pamuk siyasetçisi olduğu için kızmamak elde değil. Kızıyor insan. Öfkeleniyor.
Yani öfkelenmemek hırslanmamak için zor tutuyor kendini insan. Herkes Ahmet Türk değil ki ona yapılan bu olağan üstü cibilliyetsiz saldırıya rağmen insanlara dönüp sağduyulu olun diyecek.
Son birkaç yıldır bu deli gömleği giymiş saldırganlık merkezinden ateşlenmişti. Cumhuriyet siyasetçileri Kürtlere, Kürtlerin çocuklarına karşı gün yirmi dört saat taarruzdaydı. Ne zaman kardeşlikten söz edilse, ne zaman barıştan söz edilse bir yerden fitil ateşlenir ve birkaç evi yangın yerine çevirilerdi. Bu genellikle Kürt evleri olurdu. Ölen gerilla Kürt, ölen asker Kürt, saldırıya uğrayanlar Kürt çocukları olurdu.
Kürtlerin işyerlerine saldırılır, okul okuyan çocukları dövülür-sövülürdü.
Demokrasi kültürünü benimsemiş Kürtlerin geleneklerinde sabır Eyüp’ün sabrından daha karakterliydi. Siyaset yaptıkları partilerine defalarca taciz gerçekleşti, kurşunlandı, bombalandı, kapatıldı ama hep bir yol vardır deyip barışın ve çatışmasızlığın sağlayacağı o mistik havaya yürüdüler.
Mayınlı tarladan geçerken kollarını, bacaklarını, bedenlerini, canlarını bıraktılar ama hep sevgiyi yakalayacakları dünyaya inandılar. Hani o kardeşlik denen şey uğruna her şey.
Şivan Perwer’in bir türküsünde dediği gibi; “Lo bira em dibên biratî / lê ew qebul nakin.”
Evet Kürtler hep kardeşliği savundu, barışı savundu sevgiyi bina etmek istedi. Buna bütün dünya şahittir. Şu şahit olup kılını kıpırdatmayan dünya!
Ve bütün kamuoyu bilgi sahibidir. Bir partinin genel başkanıyken ve Kürtlerin uğruna ölümlere gidip geldiği, gözünden sakındığı, sebatla oy verdiği, seçtiği, o beyaz ceketi kır saçlarıyla barışı kovalayan vekillerini cumhuriyet yasaları yolundan etmeye çalıştı. Koltuğundan etmeye çalıştı.
Yine tepkinliydi, yine soğukkanlıydı…
Onun derdi koltuk değildi çünkü. Halkının yaşamak için hakkının var olduğunu yüksek sesle duyurmaktı tek derdi. Sadece yaşam hakkı. İnsan hakkı.
Onu yolundan etme gayretleri yetmedi, partisinin belediye başkanlarını bir bir gözaltına aldılar. Cezaevlerine yolladılar plastik kelepçelerle.
Yetmedi! Partilerini kapattılar.
Yetmedi! Çocuklarının kafalarını dipçikle ezdiler, kollarını ayan beyan kırdılar.
Mahkeme mahkeme süründürdüler. Ana dilerinde konuşmayı haram ettiler. Yasak ettiler. Hani o meşhur adamın dediği gibi “iki Kürt Antarktika’da da bir araya gelse biz orda olacağız.” Hep böyle yaptılar.
Siyaset yasak, konuşmak yasak, yaşamak yasak deyip faşist, sadist ruhlu saldırganlar yarattılar. Şimdi o yaratıklara yol verip saldırtıyorlar.
Hakikaten bu kadar sabrın ve sükunetin karşısında da tahammülsüzlük, hazımsızlık çekenlerin var olduğuna tanık olmak insanı derinden yaralıyor.
Derinden yaralıyor ki yara kapansa da içten içe kanaması sürecek gibi.
Evet o mayınlı geçitten geçerken bu kez de yara alıyor Kürtler. Kırılan bir halkın burun kemiğiydi. Kimse unutmasın! Unutulan her an kaybedilen insanlığın bir gün hatırlatılacağının zamanı olacak.
İşte o zaman bu zamandır. Aciz olanlara insanlık dersi vermek erdemliliktir.
Çünkü “karanlıkları en iyi bilenlerindir gündüz.”