Eğer bir savaşta çocuklar ölüyorsa, yönetenlerin yitirdiği çok şey var demektir.
Aynı zamanda çoluk-çocuk, genç-yaşlı demeden evlere bombalar yağdırılıyorsa o bombaların sıkıldığı tetiklerin başındakiler de makineleşmiş demektir.
Milyonlarca insanın katledildiği savaşları düşündüğünüzde o savaşların katili olan insan sayabileceğimiz kimseler en sonunda barışmıştır.
Barışmayı en sonunda istemiştir ya da.
Türkiye’nin son altmış günü kan günlerine dönüştü bunu biliyorsunuz.
Baran Çağlı (7) Emin Yanaş (10) Adem İrtegün (16) Mazlum Turan (16) adlı çocuklar maalesef bu kan günlerinin kurbanları oldu.
Yine, Varto, Silvan, Silopi, Şemdinli, Yüksekova, lice ve birçok şehir bu kan günlerinin planlarına ev sahipliği yaptı.
Şehirler ağır ateşler altında bırakılırken bir yandan da kaçışlar yaşanıyordu. Aslında hala bu şehirlerin dindiğini kimse söyleyemez. Kılıçlar kuşanmış ve çok acı fotoğraflar eşliğinde suskunluk hakim.
Her an yeni ölümler, yeni saldırılar, yıkımlarla karşılaşabiliriz.
Şemdinli koordinatları ve kodlar tetik başındakilere verildiğinde siyaset kurumundaki kişilere telefonla ulaşmaya çalıştım.
Durum vahimdi üstelik gelen kaynaksız haberlerde hiç iç açıcı değildi.
Sayın Tanrıkulu “Kardeşim sivil toplum örgütleri sesini çıkarsın ve ellerin tetikten çekilmesi için sesinizi çıkaran” diyordu.
Sivil toplum örgütleri 30 yıldır aynı şeyi söylüyor ama silahlar susmaktan çok artarak sesini çoğaltıyordu ve bunu pekala biliyordu Sayın Tanrıkulu.
Türkiye yönetim ahlakı ve yasaları sivil toplum örgütlerini ayak işlerinde kullanır. Hiçbir zaman sivil olamayan bu oluşumlar hiçbir zaman da etkili olamamıştır.
Kendini zamana ertelemiş sivil toplum örgütleri belki demokratikleşmiş Türkiye de sivil toplum örgütü olmanın anlamına ulaşabilirler.
Kendimizi boşuna kandırmayalım.
Sıkıyönetimlerin, sokağa çıkma yasaklarının olduğu bir yerde hele hele son teknoloji ile donatılmış askeri tekniklerle idare edilen yerlerde sivil toplum örgütlerini kimseler takmaz.
Siyasetçilerin telefonlarına çıkmayan valiler, kaymakamların olduğu bir Türkiye’den söz edecek olursak eğer, nelerin olup bittiğini de bilebilmek için deha olmak gerekmiyor.
Türkiye de en büyük sivil yapılanmanın belediyeler olduğunu düşündüğümüzde de ne kadar çelişki ve çarpıklık içinde olunduğu anlaşılacaktır.
Tutun ki Türkiye de sağlam bir muhalefetin bile iktidarlara zerre kadar etki etmediğini de bilmeyen yok.
Durmadan kandığımız gibi birbirimizi kandırıyoruz.
Yerel basını susturan, interneti yavaşlatan, telefon operatörlerine söz geçiren, elektriği istediğinde kısıtlayan bir yönetim erkinden söz edince daha netleşmek mümkün olabilir.
Öyle tansiyonu düşürmek için gayret yok ortada.
Yoketme ya da köleleştirme üzerine planlanmış her bir şey.
Gazi mahallesinden Şemdinli’ye kadar, mahallelere girmek, evlere tank güllesi atmak, gaz bombası sıkmak, gerçek silahlarla kurşun sıkmak, kadın, çocuk, demeden her önüne geleni dövmek, tutuklamaktan söz edince parçaları yan yana getirmek daha da kolaylaşır zannımca.
Bu yöntemin karşısında sivil toplum örgütü olarak hayatı kolaylaştırmak mümkün olmuyor. Hayatı kolaylaştırmak için toplumsal bir direniş, toplumsal bir itiraz gerekiyor.
Bana ne dememek gerekiyor.
Sen yap demekten vazgeçmeliyiz.
Allah bu ateşe su dökmüyor görüldüğü gibi.
Allah kurtarmıyor işte.
Durmadan çocuklar ölüyor.
Durmadan katillerle karşı karşıya kalıyor çocuklar.
Ve yapılanların çözümü üretmekle uzaktan yakından ilgisi yok.
Kan günlerinden kurtulmak için birbirimiz suçlamaktan da vazgeçmeliyiz. Ve en önemlisi birbirimize akıl verirken daha önce başımızdan geçen başarısızlıkları başarı diye anlatmamalıyız.
Türkiye demokrasi güçleri henüz başarı sağlayabilecek bir projeye imza atmış değil.
Ama bu başarı elde edilmeyeceği anlamına gelmez.
Dümdüz düşünüp, özgürlüğe ve barışa gitmek için dümdüz cevaplar ve dümdüz bir mücadele sergilemekten başka şans yok.
Biri birimizi kandırmadan, oyalamadan, ertelemeden…