Tuhaf zamanlarda yaşadığımızı ifade etmeliyim.
Hayat o denli gündelik alışkanlıkların ritmine kapılmış gidiyor ki; işin ucu neresinden tutmaya kalkışırsanız adeta elinizde kalarak kırılıp dökülüyor.
Üstelik bu sanıldığı gibi işin ekonomik veçhesi nedenli çıkar ilişkileri üzerinden değil! Sanatsal, entelektüel, toplumsal ilişkilerde de boyveriyor.
Eskiden yazılı basının geçer akçe olduğu zamanlarda sanki yazılıp çizilirken orta yere faş edilen her bir şey sanki daha bir özenle adresine ulaştırılırdı.
Talan, vurgun, kırım zamanlarının sınırlı süreli takvimlerden azade kalıp yaygın ve geniş zamanlara yayılma eğilimi gösterisinde ahlaki çöküntü vicdani tahammülsüzlüğü de tetikledi.
İnsanı odağına yerleştiren etik ölçüler giderek unutulmaya boşa çıkarılmaya başlandı. Boşa çıkarılmak da aşılarak adeta rutine döndü.
Bu zaman döngüsü içinde en tehlikelisi de entelektüel kimliğe bürünmüş olan hasta ruhlu cahil kişiliğin ispatı vücudu oldu.
İşi, gücü kelimenin tam anlamıyla mağdur ve mazlum benlik üzerinden kendisine haksızlık yapıldığını dillendirip acındırmak olanlar zuhur etmeye başladı.
Bu durum, adeta klasiğe dönüşen; muktedire ve sığındığı metropollere yaslanmış sömürge aydını “davranış bozukluğu” ile varlık bulur oldu.
Tehlikeli, iflah olmaz ve süregenleşti adeta bu yaygın örnekler.
Cehaletin düzeyi kimi kez öylesine tavan yapar hale evirildi ki itibar kaybedilişin sözel suikasti olağanlaşır oldu.
İşte bu hâl egonun ve nefretin adeta zirvesidir. İyisi mi, birkaç içdökümü kelamı edip susma erdemine sığınmak…