Diyarbakır'ın tarihi yerleşim yeri eski kenti çepeçevre kuşatan surların içindeki yaşam alanı; dört yöne açılan dört kapısı, 82 burcu ve beş kilometreden fazla surları ile dünyanın sanat kentleri içinde adeta emsalsiz.
Nitekim bu yönüyle kimliğini ispatlamış ki Diyarbakır Surları ve kentin hemen yanıbaşındaki Hevsel Bahçeleri ile birlikte 2015 yılından bu yana UNESCO'nun Tarihi ve Kültürel Miras kalıcı listesine dahil edilmiş.
Zamanın olanca acımasızlığı içinde uzak tarihte, yakın tarihte çokça felaketler yaşamış/yaşadı. Öyle olsa da, hem hikâyeye konu olan surları hem de bahçeleri ayakta kalmayı başarmış.
Suriçi Bahçeleri
Şehirle, Dicle Nehri arasındaki nehrin sularının çekilip oluşturduğu verimli topraklarda sebze ve meyvecilik yapılan hayli geniş bir alana yayılan Hevsel Bahçeleri'nde binlerce yıldan bu yana kentin ihtiyacını karşılayan tarımsal ve zirai ürünlerin yetiştirilip kent halkının ihtiyacına sunulması kentin yerleşik tarihi ile yaşıt olurcasına her dönemde gündemde.
Eski tarihi kayıtlar incelendiğinde sadece surun hemen dış çeperi nehir vadisinde değil, suriçinde de kent bahçelerinin olduğu en az dört yüz yıl evvelinden Evliya Çelebi'nin gezi notlarında da başka kaynaklarda da kayıt altına alınmış. Babêkâl, Pîranlı, Hindibaba, Qozlu, Şeher, Leglek, Merhelî, Ağmezar, Qatırpar, Küpeli, Dıngılhava anılan Suriçi Bahçelerinden sadece bir kaçı*...
Neden mi "Suriçi Bahçeleri" sorusu akla gelebilir! Malum Diyarbakır şehri Yukarı Mezopotamya'nın kale şehirleri içinde en büyük öneme sahip olanı. Bu önemi nedeniyle tarih boyunca sıkça saldırıya uğramış bir şehir. Bu sebeple uzun kuşatma dönemlerinde surların içinde yaşayan halkın kendine yetmesi gerekiyor. İşte adı geçen bu Suriçi Bahçeleri o kuşatılmışlık ortamlarında uzun süre dışarıdan bir şey beklemeden ihtiyaçları karşılıyor. Bahçelerin yanında her sokak başında sokak çeşmelerinden şarıl şarıl suların akması... Mahalle değirmenlerinde buğdayın öğütülmesi de bunların göstergesi...
İşte tam da sözün bu noktasında bu eski örnekleri verirken, bugün yeni zamanlarda bir başına, bahçesiyle hayata merhaba diyen şehrin yerleşik Evliya Çelebi'si Sedat Tunç'tan söz etmeliyim.
Daracık bir Suriçi sokağına açılan kapıyı araladığınızda, binaların arasında kalmış bir kent bahçesinde ağırlıyor konuklarını Sedat ve bahçesi...
Marul, kıvırcık, ıspanak bir de brokoli
Sedat Tunç, on iki yıldan bu yana kendi dünyasını yaratmış, şehrine sevdalı bir kuşakdaş. Bahçesinde başta brokoli olmak üzere, marul, kıvırcık, ıspanak ve kara lahanayı kış sebzesi olarak, bahar ve yaz aylarında da domates ve salatalık yetiştiriyor.
Kaldığı evin hemen yanı başında, şimdilerin iş ve spor dünyasının hayli popüler şahsiyeti Nihat Özdemir'in bazalt taş evinden geriye koca bir arsa ve bir zamanlar ev olduğunu kanıtlayan duvarda iki kör pencere kalmış.
Bir süre bakmış o boş ve mahallenin çöplüğüne dönüşmüş arsaya. Sonra iş başa düşmüş ve kolları sıvamış. Önce mezbeleliği temizlemiş, sonra kazmış ve ekime başlamış. Komşularının hemen tümü kentin artık 'köyden göçlü' yeni sakinleri ya; kapı, pencere aralarından bakmış ve anlam verememişler "beyhude" gördükleri çabaya! Belki de 'bu tuhaf adam acaba ne yapıyor ki' demeye getirmişler!
Diyarbakır'da brokoli yetişir mi?
Tohumunu Adana'dan getirtmiş. "Kimseler inanmıyordu. Hoş, hâlâ inanmıyorlar ya! 'Brokoli yetiştiriyorum hem de tümüyle organik' dediğimde! 'Diyarbakır'da brokoli yetişmez' deyip kestirip atıyorlardı."
"Şükür ki, gördüler artık brokoli de yetişir Diyarbakır ikliminde. Yeter ki nasıl yetiştireceğinizi bilin."
Kapıdan girdiğimizde karşı komşusu elindeki poşetini brokoli ile doldurmuş bahçe kapısından çıkıyordu.
Siz şimdilerde Sedat Tunç deseniz kimseler tanımaz. Kendisinin de tabiriyle; "Şehir hayli büyüdü, artık kendi şehrimizde yabancı gibi olduk. Neyse ki tek tük de kalsa(k), eskilerden, senin gibi tanıyan, bilenler var. Ne yapalım hayat böyle! Bir zamanlar sebzeciler çarşısı olarak iş gören eski yoğurt pazarında karpuzculuk yapardık. Babamın lakabı idi 'Karpuzcu Şirin' hatta babam iki dönem belediye meclis üyeliği de yaptı. Sonra meslek benim lakabım oldu; 'Karpuzcu Sedat'. Bir dönem de ben belediye Meclis üyeliği yaptım."
"Bilmez miyim Sedat!" dedim ve devamını getirdim. "Kılıç gibi uzun palalarla dilimler öyle satardınız o koca koca Diyarbakır karpuzlarını."
"Yaaaa" dedi a'yı uzatarak "işte öyle, madem karpuzlara vermişler, brokoliye de olur dedim ve 'koğa' dediğimiz güvercin gübresi de kullanıyorum, görüyorsun işte nasıl canlı ve iri."
Sonra ekledi; "Sadece karpuz mu, Herbecin kavunu vardı. On, on iki kilo gelirdi her biri yuvarlak ve dilimli, kabak görüntüsünde. İki elinizi kenetleyip birleştirdiğinizde ancak kucağa sığardı. O dilim yerlerinden bıçağı vurduğunuzda öyle bir koku yayılırdı ki ortalığa adamı mest ederdi. Ve tadı, aman Allah! Bal mı, şerbet mi, iki parmağınızla dilimini tuttuğunuz yerde parmaklarınız birbirine yapışırdı. Gitti, bitti, bırak o kavun cinsini, çekirdeği dahi yok artık."
Bahçenin bir köşesinde brandadan yaptığı Hewsel Bahçelerinde 'Kış Hüllesi' diye tabir ettiğimiz brandanın korunağında kendi eliyle demlediği çaylarımızı yudumlarken; artık yetiştirdiği brokolilerle anılan 'Karpuzcu Sedat' kentin zaman dilimi içinde ne seçilmiş ne de atanmış yöneticilerinden bugüne kadar en küçük bir ilgi ve destek görmemekten yana hayli dertli. Dertli olmak ne kelime şikayetçi de!
"Görmüyorlar, farkında değiller şehirde olan bitenin. Sadece göz önündekilerin, görmek istediklerinin peşine vermişler. Hâlbuki her evin sokağa bakan kapısını aralayıp girdiğinizde, ardında ne dünyalar var, bakmak ve görmek gerek."
Suya, toprağa, havaya ve yüreğe...
Karpuzdan brokoliye evirilen bir insan ömrü 'Karpuzcu Sedat'ın insana ve hayata değen, dokunan yüzü...
Ben size bu satırları 2021'in toprağa düştüğü cemre günü bir toprak ve insan hikâyesi olarak yazdım. Yazı öncesi Sedat'ın bahçesinde cemrenin ısıttığı toprağa ve ürünlerine dokunup okşadım. Kısık sesimle konuştum onlarla.
Malum, cemreler sadece suya, toprağa ve havaya düşmez. Mayası erdemle harmanlanmış insan tekinin yüreğine de düşer, düşmeli de! Bugünlerde o kadar çok iyilik hallerinden kalplere düşecek dokunacak cemrelere ihtiyaç var ki...
*Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım, Şeyhmus Diken, sayfa 82. İletişim yayınları, 5. Baskı 2018 İstanbul