30 Eylül günü Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından günlerdir “Büyük sürprizi bekleyin” duyurularıyla hayli sesi çıkarılan “Demokratikleşme Paketi” üzerine Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Koordinasyonu’nun Diyarbakır Sümer Park’taki Gazeteciler Cemiyeti Lokali Bahçesinde Basın Toplantısı vardı. (27 eylül 2013 Cuma günü) Koordinasyonun bileşenlerinden DTK (Demokratik Toplum Kongresi) Daimi Meclis Üyesi kimliğimle basın toplantısına katılım sağladım.
Hazırlanan basın metni okundu. Kürdistan’da uzun yıllardır uygulanan ret ve inkâr politikalarının yerini artık eşit yurttaşlık haklarına bırakması gereğine özetle işaret edilerek bütün yasal düzenlemelerin de bu çerçevede gerçekleştirilmesi talebi bir kez daha iki dilli olarak; önce Kürtçe sonra da Türkçe dile getirildi. Basının ilgisi hayli fazlaydı.
Basın toplantısından sonra Güney Kürdistan medya kuruluşlarından Rudaw’ın Amed temsilcisi Maşalllah Deqaq ve Hürriyet’ten, Gazeteciler Cemiyeti eski Başkanı Faruk Balıkçı ile bir ticari taksiye bindik. Bizlerin basın toplantısından çıktığımızı ve konunun da Başbakan’ın açıklayacağı “Demokratikleşme Paketi” olduğunu öğrenen taksi şoförü; 1980’li yılların sonunda daha altı-yedi yaşlarında çocukken başından geçen bir olayı anlattı.
Diyarbakır’ın Hani ilçesinden olduklarını köylerinin devlet görevlileri tarafından yakılması nedeniyle Diyarbakır’a göç ettiklerini ve seksenli yıllarda babasının inşaatlarda inşaat işçisi olarak çalıştığını, kendisinin de zaman zaman babasının yanında inşaatta yattığını anlatı.
Devamla dedi ki; “Geceleri inşaatın sıvasız dört duvar odalarından birinde, şehrin Bağlar semtinde ve karanlıkta küçücük teybimizde Kürtçe Ayşe Şan’ın parçalarını dinliyorduk. Bir gece vakti aniden polis baskınıyla karşılaştık. ‘Neden Kürtçe vatan hainlerinin kasetlerini dinliyorsunuz’ sorusuyla birlikte küfrün bini bir para vaziyette hakarete ve kaba dayağa maruz kaldık. Ardından da içindeki kasetle birlikte teybi yere vurup parçaladılar sonra da inşaatın odasından sokağa fırlattılar. Tabi sesimizi çıkaramadık. Çıkarsak; faili meçhul cinayetler, ne zaman bırakılacağımız bilinmeden alıp götürülmeler korkusu vardı. Şimdi yaşım kırka dayandı. O günleri düşünüyorum da! Bunun hesabını kim verecek. Demokratikleşirken o kırılan, parçalanan kaset ve teybimizin bedelini de ödeyecekler mi?”
Şimdi tabi otuz küsur yıldır Kürt halkı topyekün toplumsal, siyasal, kültürel hakları için ayakta. Adeta bir yeniden varoluş mücadelesi içinde. Şarkının sözündeki “bir gül için bülbül giymiş kareler, bu dert beni iflah etmez yareler” misali Kürt dilinin kullanımına dair sıradan, masumane ve gelecek kuşaklar incelediğinde belki de çok basit talepler olarak değerlendirilebilecek işler için halk ayakta ve beklemede!
Hükümet ve hükümetin de içinde yer aldığı devlet, artık Kürdü örgütlü olarak muhatap alıyor. Almak zorunda. Diyalogun, muhataplığın bir üst evresi olan Müzakere’ye evirilmenin hesabı kitabı yapılıyor.
Bu süreç uzun erimli ve çok su kaldıracak bir süreç. Bunu herkes biliyor. Ritmik ve partnerli bir dans, mesela Tango gibi, partnerlerin karşılıklı uyumu şart.
Kürt siyaseti ve Türkiye Cumhuriyetinin kurumları bu dansı karşılıklı reveranslarla götürmek istiyorlar. Mümkündür. Zamana yayılarak da bu ilişki geliştirilebilir. Ama devletin oyalamamak ve samimi olması şartıyla.
Devlet temsiliyetinin gereğinden fazla işi “sulandırarak gevşettiği”, hatta Kürdün umudunu yitirmesine ramak kaldığı anlar da yaşanıyor.
Unutmamak gerek maddi kayıpların bedeli, mesela taksicinin kırılan kasetçalarının telafisi mümkün olabilir, olur da! Ama dili, kültürü, kimliği, varoluşu uzun yıllar boyunca yok sayılmış bir halkın, onuru ayaklar altına alınmaya ve basit gündelik fiili verili duruma yasal kılıf örtülerek yetinmeye zorlanırsa “Onur da ağlar” benden söylemesi.
Onur ağlamasın, onur dimdik ayakta kalsın diyedir bunca kelam…
* Şeyhmus Diken, 27. Eylül.2013 Dîyarbekir