Yağan kardan bitap düşmüş coğrafya, savaşın izlerinden temizlenmek istercesine istekle bahara kilitlenmiş. Bir yandan kar su olup toprağa süzülürken bir yandan da savaşın izleri yükselen bitkilerin arasında çirkinliğini yitiriyor.
Zap suyuna karışan çamur ve çöp kirliliği ise maraz ediyor insanı.
Dağ kavşaklarından inen kar sularının koyu mavi renginde ise bir bahar sendromu var. Bu yıl kardan olması lazım geçmiş yıllara nazaran daha az hırçın akıyordu Zap. Yorgun gibiydi sanki.
Mevcut yol boyunda köyler birazdan kalkar göç eyler gibiydi sanki. Evlerin dış kapısı yola çıkıyordu ki bu yolların iki yakasında çocukları görünce insanın yüreği ağzına geliyordu. Çocuklar bu dağlarda dizleri parçalanmadan büyümezdi, belki ondandı kaygım.
Biz yolumuza gidiyorduk oysa.
Çel yani Çukurca, yolun bir kıyısına terk edilmiş bir şehir gibi çıkardı biraz sonra karşımıza. Savaştan çıkmış bir yaralı gibi yol kıyısında.
Ama ne çare ki akşam karanlığı dağların arasından üstümüze doğru kapanınca Zap üstünde karşı kıyıdan bilyeli kasnağın halat üstündeki keleği (teleferik) yürütmesine tanık olabiliyoruz sadece. Yalnız zor sürülürdü halatlardan bu kelek, ancak iki yakadaki şeritlerle daha seri ve kolay ulaşım sağlanıyor.
Ve o keleklerden bize eşlik eden köylü koruculardan biri aklımıza mıh gibi bir söz çiviliyor geçen yerel yönetimdeki fotoğrafa. Sandığa yansıyan görüntüyü Kürtçe ifade ediyor.
Mirina gelyêk davete (Birlikte ölüm düğündür)
İyice karanlık çökünce vadiye karakol ışıkları avcı yürüyüşünde gibi nizami görünüyor uzaklardan. Ve her tepenin en doruğuna bu görüntü hâkim.
Tütünün, sürgünün ve acının kalesine karanlık bir nisan akşamında varıyoruz. Bir kısa cadde boyuna dizili bir kaç esnaf dükkânı ve onların arakalarına yapılmış evlerin ışıkları en yükseklerde karakol ve askeriye bölgelerinin kocaman aydınlatmaları ve en yukarıda korkudan gözlerini yummuş yıldızlar ile karanlığa gömülmüş ay.
Merhaba ey gözlerinin pınarına duman kaçmış yiğit Çel.
Birkaç gün önce hayata gözlerini yuman Qahar dostun nazlı annesinin taziyesi için vardık ki eve bütün akrabalar toplanmış bir odaya Fatiha"nın ardından konuştuk, bütün dam direkleri bizi dinledi. Memlekette konuşmaya o kadar hasret kalmışız bir konuşan bir daha bırakmak istemiyor sözü. Çünkü ağzımıza vurulan kepengin zembereği kopmuş. Her bir kimse engin ama gündemden konuşuyor.
Barış belki yakındı ama Kürtlerin öyküsü bir kez daha okundu bu gece.
Sohbetin ve tanışmanın faslına taziye evinde bir bardak lezzo ve bir bardak su eşlik ediyor bize. Pür dikkat bakışların arkasındaki yüzler aslında siyaset sofrasının yiğidi gibiler. Neredeyse üç kısa cümleyle dünyanın varoluşundan bu yana her şeyi anlatıyorlar Oturup saatlerce sohbet hatta günlerce sohbet etmek mümkündü.
Gecenin rengine bir askerlik anısı düşüyor
Sonra simsiyah bir berenin altında yeşeren ve orada unutulan bir arkadaşlık, bir evden başka bir eve sohbet devamı sürerken uyumak için başka bir eve gidiyoruz. Evin bahçesini küçük cennet açıyor
Sonra dışarı çıktık ki bin asırdır birbirimizi görmemişliğimiz birbirimize sarılmamızdan belli oluyordu.
Bir sarıldık ki Çel ile iki hançerlenmiş âşık gibi
Ve orda analar ne kadar ince ruhlu ve ne kadar sadık ve ne kadar sahiptir çocuklarına çözemedim. Kartal yuvası gibi evlerde onca çocuk dizleri kanamadan nasıl büyütülmüştü sırrına eremedim. Kadın, dağın yamacına yapışan bu taş evlerde sarı saçlı ve ateş gözlü çocukları nasıl büyüttü bilemedim.
Ama anladım ki, orada kadın olmak erişilmesi mümkün olmayan bir sevgi demektir.
Bin yıldır ayakta duran kilisenin camiye dönüştürülmesi yetmezmiş gibi birde tabiatından sıyrıltılması gerçek bir düşün çatışmasıydı.
Cami imamı ise bu tarihi yapının içinde dolaştığımızda eşlik ediyor bize oda kırgın aslında. Ama ibadet hane en nihayetinde diyor
Ey yabancı bu yerlerden sürülen insanlar beni yalnızlığın acısıyla mecalsiz koydu diyordu
Elli sekiz yaşındaki İsmail oradan göçün hikayesini çabuk cümlelerle anlatıyordu.
Ve çabucak adımlar atıyordu.
Sanki sözleri bittimi bu dağlara özlediği günleri biz getirecekmişiz gibi.
Ve anlıyorduk ki bu kente gelen bizlerde özlemleri derinleştirmekten başka bir şeye yaramayacağız.
Bir başka İsmail ile karşılaşıyoruz birazdan: ceviz ağacından yaptığı karasabanına demir bir tırnak geçiriyordu.
Burada teknolojinin son çılgınlığı savaş aygıtları vardı ama yaşam gerisine geri tam yüz yıl yaşıyordu.
49. sınır taşının neredeyse karışlar ötesindeki bu şehrin yeni belediye başkanı, Eğer ineğin geçerse diğer tarafa, varıp almak için yürek ister. der.
Biz çayımızı içip izin alıyoruz tanrılar şehrinin belediye başkanından
Yokuş bize aşağıda susam değirmenini tanıştırdı.
Bir yerinde kara bir fırın ve bu fırında kavrulurken susamlar diğer tarafında öğütülüp tahin olarak sofralara ikram için hazırlanıyordu.
İnsan ve su gücü bir olunca bu ihtişamlı coğrafyada yaşamak için bir sebebi oluyordu insanların. Biraz ötede ise bir hidroelektrik tesisi vardı.
Artık elektrik üretmiyordu belki bir dönem buralar insansızlaştırılmıştı ondan. Ancak metrelerce yukarıdan aşağıya bir su akış yatağı vardı ve görünüyordu.
İnsanlar ibadetlerini dizleri parçalanırcasına yapardı ve mükâfatı ise sürgün, gözyaşı, yoksulluk olurdu.
Orman her taşın her kovuğun üstüne damarını yollamıştı. Bitkinin coğrafyaya bu kadar uyduğuna bir başka yerde şahit olmak imkânsızdı. Ama zor bir coğrafyanın mavi gözlü yürekli adamları bu bitki şöleninden korkularıyla ve mecburiyetleriyle vardılar.
Su savaşlarının temeli şimdiden atılmıştı bile. Suyun varsa hâkimisin dünyanın. Yoksa suyun yüzün hep kirli kalacaktı gelecek yüzyıllarda. Savaş tankın namlusundan baraj kapaklarına dayanacaktı.
Dağların karnını yırta yırta ilerleyen iş makinelerinin yukarıda yapacağı yeni yolun altından Zap suyunun akışının tersinden dönüyorduk bizde.
Dün akşam karanlıktan sebep görmediğimiz bu yerler arı kovanları ve keçi evleri ile doluydu. Korucu kulübelerini saymazsak.
Bu yolun her iki yakasında muhteşem görünümüyle yükselen dağların arasından sızan güneş alnımızın üstüne buz tabakası yapan soğuğu alıp götürüyordu ama içimizde hep bir soğuk korku vardı aslında.
Dağ kavşağında serinlemeye çalışan şantiye çalışanlarının ıslak saçlarını ilkin jöle sandık ama bu dağlardan kardan kopan su tabii jöleydi bunu bilmemek ayıpların en büyüğü olurdu.
Sınır ve sinirlerin bir arada olduğu bu bitki deryasından uzaklaştıkça bir yeni iklim ile buluşacağımız kesindi.
Bir korucu kulübesinde ikram edilen çay da vardı hiç kuşkusuz.
Ezberime deprem gibi düşen bu yeniliklerin eşliğinde Gever"e varıyoruz Erkan ve Necip"le. Ama, Selim Amca dayanamayıp doksan yıllık ömrünü terk edip gitmişti buralardan
Biraz şaşkınlıkla, biraz hüzünle bir yolculuk söz dizgimize böyle düşüyordu.
Dê çim Çel!...
Cümlesinin altında yatan o gizemli aşkın farkına böylece varıyoruz. Hakikaten gitmesek görmezsek, hayatın onca zorluğuna karşı, yaşamın orada anlamını ne kadar aştığına tanık olamaz insan.