Bazı kitaplar vardır ki, size bir ya da bir kaç koldan "gel" eder, "el" eder. Bu, bazen okumuş olmasına güvendiğiniz bir dostunuzun önerisiyle olur.
Bazen iyi bir yayınevinden çıkmış olmasıyla olur.
Bazen üzerine yazılmış bir yazıyı okursunuz ve ardından ben de 'okusam' diyesiniz gelir.
Eh bazen de benim şimdi size sözünü edeceğim kitapta olduğu gibi daha önce adını sanını duymadığınız bir yazarın sırf kitabın adı nedeniyle merak eder 'ne yazmış acaba' diye düşünür ve alır okursunuz.
Kitabı sipariş vermemle imzalısının elime ulaşması birer gün arayla oldu. Sepin İnceer'in "Ağıtların Tanrısı"*.
Çeviriyorsunuz kapağı ve teşekkür faslının sonunda iki dize gibi cümle:
"Yazmasaydım, ölecektim, yazdım.
Bu kitap benim unutamamam olsun."
Sonra bir yaprak daha ve Yaşar Kemal çıkıyor karşınıza;
"Bir insan, öleceğini bilirse, ölmeden evvel kendisi için ağıt yakabilir" demiş usta.
İşte Ağıtların Tanrısı upuzun bir hüzün baladı misali yüzleşme. Öyle bir yüzleşme ki! Kitabın yazarının sade kendisiyle değil! Ölüp öte yakaya göçen sevgiliyle, ölüme gidiş uğurlama anına dek yaşanmış bütün anlara dokunan bir yüzleşme.
Devletle yüzleşme! Bir dağ başında adına "kaza" denilip, dosyası kapatılmaya yeltenilen bir ölümün anatomisi üzerinden devletin yargısı, hukuk sistemiyle yüzleşme.
Ve benzer ölümlerde yaşandığı gibi dost bilinenler ya da bilinmeyenler üzerinden çevredeki, çeperdeki aktörlerle yüzleşme.
İnsan şarkının o naif içe dokunan sözlerindeki hâl û ahval misali hani "bir ah çekse..." hem de hayli derunundan! "Karşıki dağlar yıkılır mı?" Yıkılmasına, yıkılmaz belki!
Ama o dağlara, bir de ölü bir insan bedenine bakıp, devletin kendisine verdiği yetkiyle "Ramazan günü, o dağlarda ne işi varmış ki!" deme cüretinde bulunan muktedir şahsiyete karşı "yıkılsın" der.
Kitabı okumaya başlayıp da bitirince; yazar bu kitabı yazmalıydı diyeceğim ruh haliyle yazıyorum bu satırları. İyi ki yazmış.
Doğu Karadeniz'de bir dağ başında dağa tırmanışta düşüp ölen eş'in ardından adeta edebi bir dosya yazmış Sepin İnceer.
Dörtyüzyedi sayfalık kitabın her biri bir kaç sayfalık bölümlerden oluşuyor. Her bölüm bir tek kelime ile başlıyor; doğa, bitki, yemek, tatlı, dua, çağrı, yol, ad gibi! Ama her bölüm bir ad, soyadı, yaş ve şehirle bitiyor.
Başında anlamıyorsunuz nedir bunlar diye, sonra fark ediyorsunuz. Yazar diyor, demeye getiriyor ki "ben unutmuyorum, sen de-siz de unutmayın ölüleri / ölülerinizi e mi!"
Niye şaşırıyorsunuz ki!
Kitaplar, filmler var kitap boyunca akıp giden.
Sonra üşenmeyip o isimler ve yaşlarla birlikte şehirlere bakıyorsunuz:
İstanbul, Trabzon, Batman, Tunceli, Şırnak, Diyarbakır, Urfa, Hakkari, Mardin, Roboski, Madımak, Ege Denizi, Ankara Garı, Siirt, Ulucanlar, Van, Adana, Erzurum, Kütahya, Cizre, Eskişehir, Gazi mahallesi, Bingöl, Ağrı, Erzincan...
Meğerse koca bir coğrafya; çocuk ve genç ölüler üzerinden taammüden cinayete kurban gitmiş, kurban edilmiş. Eee niye şaşırıyorsunuz ki! Bir film şeridi misali an be an, gün be gün yaşanmadı mı sahi!
Ve dönüyorsunuz tekrar bir başka şarkının sözlerine;
"Ziyaret olmuşsun kurban istersin
Kurban bulamadım, candan ileri..."
Okuyun derim Ağıtların Tanrısı'nı, kendinize dair, yaşanan onca zalimliklerden sonra "evcil bir dil" kullanmak zorunda hissetmeden hem de...
Mayıs 2021 Diyarbekir