Kürt müziğinin duayeni, Ermenilerin ve Kürtlerin huzurlu sesi, iki halkın şarkılarının beşiği Aram Tigran gözlerini yaşama kapadı.
Aram Tigran nasıl anlatılır bilmiyorum. O iki halkın ses pınarını dünyaya tattırmış bir unutulmaz gırtlaktı.
Erivan radyosunun Kürtçe stranlar saatini kaçırmamak için bir araya gelen ağabeylerimizin radyoya mili miline ayar çekerkenki heyecanını hiç unutamıyorum. Radyo ibresi kısa dalga MHz (megahertz) üzerinde ayarlanır ve pür dikkat Meryemxanın, kavis ağanın, Aslîka Qadirin, Susîka Sîmonun, Cemîla Celîl, Egêdî Cîmo, Aram Tigranın ve diğerlerinin sesinin nostaljisinde taş kesilirdi.
O sihirli kutudan yükselen seslerin eşliğinde kılı kıpırdamadan saatlerce taş kesilen ağabeylerimize bakarak taş kesilmenin sırrına ermeye çalışırken bir yandan da başka radyoda çıkan bu seslerin ahenginde anne ve babalarımızın gizli gizli ağlayışına tanık oluyorduk. Gözyaşları yanaklarından süzülüp inerken derin iz bırakıyordu.
Bu hüznün arkasındaki sancıyı öğrenene kadar çok zaman geçti. Sıla hasreti, yurt hasreti onları sanatın nirvanasına çıkartıyordu. Sanatın ince imgesinden Ermeni, Süryani ve Kürt halklarının kahramanlıkları, aşkları, yaşamları bir bir dökülüyordu tarihin içine.
Çok uzaklardan sıla hasreti çeken bu insanların çıplak seslerinin aryasında; radyonun ibrelerinde kah cızırtılı parazitlerle kah en berrak iletisiyle büyüyen çocukların Aram Tigranı görebilme şansı oldu. Ama onun görüntüsünü göremeden ölenlerin de bu gün onu göreceğini hesaplıyorum.
O unutulmaz seslerin pınarında beslenen biri olarak Aram Tigran’ın sesinin limanından hiçbir zaman ayrılmayacağımı söyleyebilirim. O liman Feqîye Teyran’ın da seyyah olduğu bir limandı.
Sesine merhem sürülmüştü Tigran’ın.“Ey dilberê” dediğinde dünyanın bütün kuşları ile beraber mavi anka kuşu yükseliyordu. Bir diyardan başka diyara kuşların gagasında mektuplar postalanıyor, yaşlanmanın önüne geçilemediği en çarpıcı dille ve sesle anlatılıyordu. Ama aşkın korkunç iradesine de tanık ediyordu.
Her dinleyeni etkileyebilecek kadar yumuşak bir sesin eşliğinde ud ve cümbüş, rüzgarla yaprakların buluşmasına benziyordu.
“Çiyayê Gebarê” de kürt çocukların kahramanlıklarını hazm edemeyen dünyaya kırk milyonluk ses topluluğu gibi yüksek çığırıyordu.
Ermeni kırımından kurtulan bir ailenin bu tek kişilik ordusunun silahı hep cümbüşü ve sesi oldu. “Sari axçik” te dağlı gelinin efsanesini okudu. Civar halkların bütününün sevdiği bu türküyü herkes bir başka dese de onun soluğundan akınca türkü kendi özünü yakalıyordu. Onun Ermenice söylediği bu türküde dağa olan hasreti arzusunu doruk ediyordu.
Süryani melodilerinde yok edilmenin en çarpıcı tarihini okuyordu. Gırtlağında bu halka uygulanan mezalimin fırtınaları vardı. Aşklarındaki o insani nakış o derin bağlılık dağılıyordu tamburundan coğrafyaya.
Her stranda anadilin kiliminin motifleri gibi şahlandırdığı sözleri milyonlarca insan tarafından yek yürek okundu.
Ama Amed’e düşen sesi ona vazgeçemeyeceği bir bağlılık aşılamıştı. Amed onun sesinin anlam bulduğu ve ruhuyla beslendiği toprağın ta kendisiydi. Surlardan uçuşan güvercinleri, onun sesi uçururdu özgürlüğe, küçelerde dolanırdı tamburunun tınısı.
Ve doymazdı Amed’e, sanata doymadığı gibi.
Kalbi nerede olursa olsun Amed’te atardı. Tıpkı bir stranındaki aşk cümlesi gibi. o bir Amed delisiydi. “qeçê bona te ez dînîm”
Aşkın ve kahramanlığın merhem sürülmüş sesi susarken, milyonlar yüreğinden bir şeylerin koptuğunu his etti.
Cümbüşün teliydin sen, sesin huzuru.
Bağrına bastığın sözlerin ve müziğin aşkına gidesin… Baş göz üzere gidesin. Seni dinleyen ağabeylerin taş kesilen selamıyla gidesin…