“Bu toprak onlarındı. Onlar bu toprağındılar.
Ve onüç, ondört, on beş, onaltı, onyedi yaşındaydılar.
Somurtkan dudaklarıyla, “Olmaz!” diyorlardı.”
Vietnam Çocukları…
Her yerde karşıma çıkıyordu o üç kelimelik slogan, adeta ezberletircesine: “Adalet, mülkün temelidir.” İyi de hangi mülkün! Uzun yıllar süresince sloganda varlık bulan “mülk” kavramını ben hep varsılların malı-mülkü gibi anlamıştım. Zaten aslolan bu algının doğru olacağına da kendimi iyice inandırmıştım. Ortada zenginler ve fakirler, emekçiler ve burjuvalar var ise elbette sistem de o burjuva sınıfının zenginliğinin geleceğini garanti altına almak için kurulmuş olmuyor muydu? Sahi, bundan daha doğal ne olabilirdi ki! Dedim ya hep buna inandım diye. Yıllar sonra Ankara’da Mülkiye öğrencisi iken, adalet kavramı ile özdeşleşen mülkün, devlet olduğunu hukuk ve siyaset kitapları bana öğretecekti. Öğretti de ne oldu, ya da algında ne değişti diye sorarsanız, hadi onu da yanıtlayayım. Algımda hiçbir şey değişmedi, sadece zenginleşti. Devlet dediğiniz kurulu ve baskıcı düzende, aidiyet manasında fakir fukaraya ait olan ne vardı ki! Biz fakir Kürtlerin tabiriyle; “Quna tazî, tembur dixwazî”.
Adalet kavramını talep ederken, adaletin tecellisi, talep edenin sistemle sorunlu olup olmaması ile ilintilidir. Sayısız örnekleri vardır, adaletin tecellisinin şaşırtıcılığı üzerine. Size bugün o örneklerden birini paylaşacağım. 1990’lı yılların faili meçhul cinayetlerinin hızla sürdüğü yıllarda doktor kardeşim bir yaralı gerillayı çalıştığı devlet hastanesinde tedaviden dolayı yakalanıp Diyarbakır 5 Nolu hapishanesine düşmüştü. Polis, savcı ve o adalet mülkün temelidir sav sözünün önünde oturan yargıçlar ısrarla şunu demişlerdi doktora; “Elbette tedavi edebilirsin doktor, ama polise ihbar etmek kaydıyla. Vatandaşlık görevi ve gereği budur”. Yanıtlamıştı doktor kardeşim; “Hayır vatandaşlık görevi dediğiniz bu değil. Ben Hipokrat yemini edip görev üstlenmiş bir hekimim. Hasta, hekim ilişkisi açısından hastamın kimliğini size ifşa etmemek yeminimin gereğidir. Siz de güvenlik mensubu olarak hasta suçlu ise takibini kendiniz yaparak gereğini yapmakla sorumlusunuz.” Sonuç da doktor kardeşim “Örgüte yardım ve yataklıktan 3 yıl 9 ay 21 gün” hapis cezası ile cezalandırılmış ve günü gününe yatmıştı. Ceza onanmadan Yargıtay’a temyize gitmiştik. Diyarbakır’dan iki avukatı ile yetinmemiş bir de Ankara’dan tanınmış bir “hak takipçisi” avukat tutmuştuk. Dosyayı inceleyen raportöre kadar da ulaşmıştık. Raportör “İnsani, hukuki ve vicdani olarak bu dosyanın bozulması ve doktorun ceza yememesi gerek. Ama dosyanın üzerinde kırmızı işaret var. Ben siyaseten bu dosyaya tasdik mührünü basmak zorundayım.” Ne acıdır ki bizler Yargıtay’da karar davası görüşülmeden yaklaşık on gün önce bu ifadeler üzerine cezanın onanacağını öğrenmiştik. Bir tek tesellimiz vardı. İçerdeydi ve sağdı. Ya bi de öldürülüp cesedi bir yol ağzına veya dere yatağına atılsaydı. Şimdi ne o kararı ve kararları veren hâkimi, ne de o raportörü hatırlıyorum. Hoş tanımazdım da zaten, şimdi hatırlamadığım gibi.
Bütün bu kelamı niye ettim sahi! Ettim işte ne olacak ki! Adalet Mülkün Temelidir ya!
Elbette adalet mülkünüzün temelidir. Eğer adalet mülkünüzün temeli olmasaydı uluslararası insani, vicdani ve hukuki ilkeleri ayaklarınızın altına alıp binlerce Kürt çocuğunu yaşlarının birkaç katı onlarca yıla mahkûm edip yüzlercesini o kötü koşullu ve sicili bozuk mahpushanelerinizde tutar mıydınız?
Kamuoyunda isimleri “Taş atan çocuklar” olarak imlenen, ama aslında “Terörle Mücadele Kanunu Mağduru Çocuklar” meselesinin en önemli boyutlarından biridir "yargı". Çocukların yarısından çoğunun dosyasında tek bir somut delil yokken savcıların iddianame hazırlaması, mahkemelerin bu iddianameler üzerinden dava açması, hâkimlerin duruşmaları sürdürüp ceza vermesi, Yargıtay’ın bu cezaları onaması mevcut hukukun bile dışında siyasi bir tavır değil de sizce nedir? Sormak hakkımız değil mi?
Şimdi ben size; Türkiye’nin 2 Ekim 1995 tarihinden bu yana uygulamaya aldığı “Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi”ni anlatsam! Hatta o sözleşmenin 1nci, 3üncü, 13üncü, 30uncu, 37nci maddelerini yeniden yazıp başınızı ağırtsam!
Şimdi ben size; “Çocuk Haklarının Kullanılmasına İlişkin Avrupa Sözleşmesi”nin 7.maddesinden, kesmez ise eğer “Anayasa”nın 90ncı maddesinden söz etsem. Durup yüzüme aval aval bakıp “şimdi bize durduk hukuk dersi mi vermeye kalkıyorsun” diyeceksiniz eminim. Haddim değil elbette, çünkü siz, evet evet siz adalet terazisini elinde bulunduran ve ayet gibi “Adalet Mülkün temelidir” sloganını ezber edenler “bırak bunları anam babam” diyeceksiniz. Deyin elbet. Ben de diyeceğimi diyeyim de içim rahat etsin.
Çocukları, yoksul Kürt Çocuklarını, Terörle Mücadele Kanunuyla yargılayarak / yargılatarak asıl siz “terörize” ediyor ve bölücülük yapıyorsunuz.
Henüz vakit varken dönün bu yanlıştan. Teraziniz bu defa da çocukların minicik yüreklerinin adaletini, özgürlük istencini tartsın. Yoksa dünyanın hiçbir terazisi sizlerin çocuklara ve “büyük insanlığa” çektirdikleriniz günahlarınızı tartmaz, haberiniz olsun…
Şimdi kerahet vaktidir. Sözü, haysiyetli şair Orhan Kotan’la bağlamanın vakti saatidir.
“…
resmin üstünde bir kelepçe var
zincirinde kan
sonra öğrendim ki bütün bir yıl
hasret büyüten çocuk
bir dakika görebilmiş babasını
kollarında zincir yaraları
bileklerinde kan
zelal - mümtaz'ın kızı -
bir daha ne zaman yazar bilemem
ama biliyorum ki
okullar tatile girince
ve parası da varsa anasının
gene gidecek diyarıbekr'e…”