Hayatın kitabını yazamam, henüz okuduğum kitap bitmedi çünkü. Ama bir parça Cilo dağıyla bakışıyoruz parçalanır gibi ana yüreği.
Dün gece yağan kar düştüğü gibi donmuştu. Hava buz gibiydi. Bizim Kelhé dayı bu havalara “ecnebi havası” derdi. Ne kadar sıkı giyinirsen giyin kemiklerine kadar inerdi o hava. Ama her ne hikmetse bu soğuğun dayanılmazlığını bile götürüp ecnebiliğe bağlamazlar mı ölüyor insan.
Biliyorsun bura kışları uzun sürer. İnsanın canını sıkacak kadar uzun sürer hem de. Dayanacak sabır çekecek ömür ister bir yandan bir yandan da yüklenilecek bir sebep arar kişi, bunun içinde yukarıdan Allahın rahmeti aşağıya yani yere inene kadar ecnebi esaretine dönüşür birden.
Sabırlı olmak gerek buralarda, kışın keskin soğuğu kadar sözün soğukluğuna da hazır olmak gerek. Bakarsın sobanın en sıcak yandığı zamanda bir soğuk söz söylenir her taraf buzdan sarkıtlara döner. Hazır olmak gerek kışın çok konuşur insanlar her sözün sıcacık söylenmesini beklememek gerekiyor. Çünkü kış uzun ve insanın tahammülünü, sabrını zorluyor.
Geçenlerde Ayde haladaydık tanıyorsun. Soba gürül gürül tutuşmuş. Dışarıda kıyamet bir boran, şu bizim deli rüzgar var ya “bahoz” deli deli esiyor, camlara çarpınca irkiliyoruz birden sonra uyanıyoruz irkintimizden ve sakinliyoruz. Gülüşüyoruz.
Kaldığımız yerden devam etmeye kalmadan yeni bir konu.
Geceleri hayli uzun olur, adamı boğarcasına üstüne üstüne gelir. Girip yatağa ısıtması bir dert uyuması bin. Düş kurmaya yeltenemez insan çünkü düş bitmez bir zaman içindedir.
Sohbetlerde öyle bir konuya başlar başlamaz bitmiyor. Sohbetin koyusunun suyu çıkıyor ama zaman geçmiyor.
İşte o gece Ayde hala mutfaktan oturma salona gelirken yüzü düşmüştü dikkatimden kaçmadı üşümüştür sandım. Ama sormaya fırsat vermeden anlattı “benim nar ağacım çiçek açmıştı ama bu gece dökülmüş hepsi” neredeyse düşen narçiçekleriyle birlikte o da düşmüştü. “Ayde hala valla soğuktan hastalanmış olabilir dedim en iyisi sen ver ben çalışma ofisime bırakayım orda canlanır.” Biraz üzgün biraz şaşkın teklifime evet dedi.
Geceye doğru ilerlerken dışarıda fırtına devam ediyordu ama gitmemiz lazımdı. Evden çıkarken nar ağacını da aldık.
Aylardan şubattı.
Saksıda boy veren bu nar ağacını çalışma ofisime götürür götürmez bizim Sêlo’ya emanet ettim. Birkaç çiçeği dökülmemişti. Hakikaten de üşümüş ve hastalanmıştı. Kalan çiçekler birkaç zamanda kendini meyveye dönüştürdü ama o çiçekler karakışın en zalim yerinde baharın hasretini boğazıma tıkıyordu.
Nevroz’da meyvelerini verdi ama yeniden hastalandı. Akıl erdiremedim ama akıl erdirenleri dinleyip saksısını büyüttüm ve toprağını çoğalttım. Ama meyveleri kurtaramadım. Hava azıcık ısınmaya başlar başlamaz Pencerenin denizliğine bıraktım tam karşısı Cilo dağı. Başı her daim bulutlu ve karlı. Nar ağacının ve Cilo’nun çiçek açacağını umut ederek bende zaman zaman bakışırdım ikisiyle.
Çıldırasıya bahara hasret kış aylarından sökülürken kar eriyip çimenler gözüktükten sonra saksıda da yeşillenmeye başladı nar ağacı.
Mayısın ortasında yeniden patlamaya başladı nar ağacından çiçekler. Cilo’da da ters laleler açmıştı. Narçiçekleri kırmızının en şirinini doğurmuştu. Daha dudakları yüzünden yeni çıkmış kızların dolgun ve kendi rengi kırmızıyla gün geçtikçe büyüyordu.
Saksısında toprağını alıyor ufalıyorum, çiçeklerin gözlerinin içine sonra dönüp Cilo’ya bakıyorum günün bedenime sapladığı bütün negatif enerji kaybolup gidiyor.
Şu sıralar yani haziran görseniz bir çiçek ve bir dağ gece gündüz birbirine aşık ve her geçen gün daha göz doldurmaya başladılar.
Cilo da çok genç ve aşka sebil bir yeşil benim penceremde aşka yelken aşmış narçiçekleri. Kırmızının meyveye dönüşeceği bu erken aşkın şahidiyim dostlar.
Aşk sınır tanımıyor derlerdi gördük ki mevsimde tanımıyor. O yeniden doğuşun ve yaşamanın harcı bir kere.
Kışın uzun gecelerinde hastalanan ve baharın bu baş döndürücü yerinde gücüne kavuşan narçiçekleri meyveye duracak kaç zaman sonra dağlarda açan her çiçeğin kokusunu bize taşıyarak. Bizde barışı ve özgürlüğü aşka yoracağız kim bilir…