Kızılay'ın millattan önce kalma çadırlarıydı onlar. Pamuktan eğirilmiş ipler ile dokundu. Ortasına bir direk kenarına birkaç kazık. Siz bu çadırı çelikten sandınız sayın başbakan.
Bakanınız gibi çelik soyismli değil. Su geçiriyor. bu halis muhlis pamuktan su dokununca içi çekiyor. Kar değince ıslanıyor. Nemleniyor. Çürümeye başlıyor.
Bakma sen bakanına bişey olmuyor, biliyorsun o da bu iklimde büyüdü çok kar değdi ceketinin vatkasına, çok yağmur vurdu omuzlarına ama o su geçirmiyor. Bu çadırlar suyu emiyor. İhaleleri emmiyor.
Çadırların kazıkları kalıyor bir toprakta geri kalanı yanıyor.
Bezden, çaputtan o çadırlar.
Odun sobasına dayanmıyor, komur sobasına hiç.
Elektrik dediğiniz şey bu şehirden teğet geçiyor. Direklerin üstünden tutuna tutuna geçiyor. Kuşlar bile konmuyor.
Ve o çadırlarda çelik-ten insanlar yaşamıyor. Safkan insan oğlu insanlar yaşıyor. Etiyle kemiği ile dişiyle tırnağı ile insanlar yaşıyor. Çocuklar, kadınlar, gençler, erişkin erkeler yani top yekün insan kokulu insanlar yaşıyor.
Ne ihalede vurmuş bu ülkeyi…
Ne banka soymuş ne de arkadan vurmuş kimseyi.
Emeği ile çalışmış vergi vermiş. Kahır çekmiş, ekmek kuyruğundan tutun tüpgaz kuyruğuna kadar bütün kuyruklarda bekletilmiş.
Askere gitmiş, nöbet tutmuş.
Bütün duvarlar üzerine yıkılırken bile oradan sağ çıkıp güneşe bakacağını umut eden insanlar var o çadırlarda.
Güneşe bakmak günah değil.
Güneşe bakmayı istemek Allahsızlık değil.
Bak konuşmayı bile onlara cehenem yaptılar. Tozun, çamurun ve enkazın altında kaldılar günlerce…
Sustular.
Aç kaldılar. Onurlarını ezdirmediler.
Ama yanıyorlar. Çadırlarıyla birlikte, çocuklarıyla birlikte yanıyorlar. Ateş sarıyor her yanlarını kemikleri yanıyor…
Sizin tırnağınız yansa acır değil mi?
Bu insanların kemikleri yanıyor, yüzleri, elleri, kolları, bacakları yanıyor ve ölüyorlar acıdan.
Evlerini barklarını terk edenler de mağdur. Garip kaldılar, kimsesiz kaldılar gurbet ellerde. Ayrımcılıktan değil belki ama memleket hasreti adamı gamlandırır.
gurbet denilen şey nedir bilirsiniz. “Bunlar depremzede” denilirken nasıl vuruluyorlar can evlerinden bilmezsiniz!
Kanatlanıp uçuyorlar çok kez Akdamara doğru, Vana doğru…
Memleketlerinin üstünde dolanıyorlar. Memleketleri yaralı, memleketleri enkaz, yıkık, dökük en zor olanı memleketleri bezden çadır…
Ve kar altında her yer.
Üşüyorlar. Elleri, ayakları yanıyor kar soğuğunda.
Çoraplarını yıkayacak yerleri yok.
Siz çorap yıkamayı unuttunuz çoktan tabi.
Onlar sert ve kuru iklimdeler, Aralık ayında bahar görünmüyor üstelik. Ocak ayında sarkıtlardan yürünmüyor çadırlar arasında. Bahara çok var daha.
Ölüm de çok olacak demektir bu.
Yani pusuda Şubat.
Çocukların mezarı bile acıdan yanar. Üstelik çocuk mezarları küçük olur sığmaz ona sizin vicdanınız.
Manda vicdanı, fil vicdanı yerleşmez o mezarlara.
Bütün şehir onların üzerine yıkılırken çıkıp o enkazdan yaşamayı umut eden o çocukların çığlıkları yükseliyor o mezarlardan, umutları yükseliyor…
Ağlamamak için kendimi zor tutuyorum ama ağlamak onların ölümlerinin önüne geçmiyor. O çocuklar çelik çadırlarda yaşamıyor sayın başbakan. Senin bakanın çelik olabilir ama o çocuklar halis muhlis insan.
Biraz gülseler, biraz oynasalar, biraz üşümeseler, biraz ölmeseler ne olur?