Bu kışın son öyküsü

İrfan Sarı

Televizyon anteninin bakır çubuklarını monte edene kadar elleri donmuştu babanın, ama çocuklar etrafından bir saniye bile ayrılmadılar, şaşkın bakışlar altında akan burnunu ceketinin koluyla silerken bir yandan da baba gururuyla çocuklara babalığın erkeksi duruşunun pozlarını veriyordu.

 

Spîreş, yani evin kedisi de bu uğraşa anlam vermeye çalışırcasına çocukların bacaklarının arasından fır dönüp miyavlıyordu.

 

Nihayet kırkayak kadar uzun anten bittiğinde belini doğrulttu, kuluncundan tıkırtılar yayıldı balkonun üç duvarına. Yuvarlak demir boruya da kelepçeledikten sonra, direk toprak damın üstünden saçaktaki tomrukların başına çiviledi.

 

Kablolar, siyah beyaz “şhap-lorenz” marka televizyonun edep yerine vardığında TRT televizyonundan ilk görüntüler Lorel ile Hardili sessiz sinemaydı.

 

Evin çocukları ekranı en yakın görebilecekleri yeri kaparken, baba başköşeye kuruldu. Anne git gellerle uğraşır gibi görünse de gözlerini bir türlü alamadı ekrandan. Tıpkı amatör bir takımın maç öncesi ısınma turları gibi önceleri kilitlendiler ekrana. Sonra yavaş yavaş kıkırtılar onu da kahkahalar takip etmeye başladı.

 

O dönem efsane olan Lorel ile Hardi"yi görmeyenler de tanıyor gibiydi ki bu aile sinemaya çok kez gitmiş ve televizyonu olan komşularında da zaman zaman izlemişlerdi.

 

Çocuklar, anne ve baba kendilerini televizyonun havasına kaptırıp giderken evin diğer iki sakininden habersizdiler. Nene, önceleri bu eve “şeytan giremez” derken, televizyonun gelişine mani olamadığı için, şimdi küçük bir dönüş yapmıştı bile, “odaya girmem orda şeytan var” demeye başlamış ve diğer bir odaya gitmişti.

 

Evin diğer sakini Spîreş"te, eski günlerdeki gibi oynayacağını sandığı çocukların bu tutumlarına anlam verememiş şımarıklıklar yaparak dikkat çekmeye çalışmak istemişse de olmadığını görünce mırlaya mırlaya nenenin yanına gitmişti.

 

İki küskün, televizyona kendilerini kaptıran ailenin, bu gün yemek bile yemediklerini görünce çaresiz başlarının çaresine baktılar. Çıkardıkları bütün sesler, patırtı ve gürültülerde ev sakinlerini izlemekte oldukları televizyondan koparamayınca çareyi uyumakta buldular sonunda.

 

Spîreş uyurken, nene yaşlı aklının labirentlerinden geçiyordu.

 

Kıvrandığı yatağından kalkıp namaza durdu, dualar etti, kulağını diğer seslere dikti sadece bir hışırtı. Aslında merakı da var ve merakını nasıl kıracağını bir türlü çözemedi ancak bu anlamsız sessizliğe ve cızıltıya dair televizyonun olduğu odanın kapısını açıp içeri girdi ki ne görsün herkes uyumuş. Televizyon denilen şeyde sadece beyaz bir ekran ve karıncalar gibi bir görüntü. Uzunca seyretti fakat tek görüntüye anlam veremedi. En nihayetinde herkesi uyandırırken elektriklerde bir daha ki akşama dek gelmemek üzere gitmişti.

 

Gaz lambası ışığında çocuklara yer yatakları serilirken, nene söylenmeyi bırakmamıştı. “kendinizi büyük sanıyorsunuz, akşamdan beri bu şeytan kutusunda çocuklara karınca seyrettirmekte neymiş, Allahtan korkmazlar.” “Yarın Allahın huzuruna çıktığınızda ne cevap vereceksiniz.” “ vey ben seni doğuracağıma taş doğursaydım.” “şeytanın ilmini öğrettiğiniz yetmedi, şimdi kendisini getirdiniz eve” “başımıza taş düşecek taş”  Söylene söylene yatağına giderken göz kararı karanlıkta Spîreş"in ayağına bile basmıştı. Tabi kimse cevap vermeyince hırsından deliye dönmüş, bir türlü uyku tutmamıştı.

 

Sabah namazını kıldıktan sonra gözleri kayıverdi biraz uyudu.

 

Nene, aslında o evin sevgi yumağıydı, torunlarını o kadar seviyordu ki pamuk içinde beslemek isterdi. Onlar, okula giderken de böyle inatçılık yapmıştı başlarda ama sonraları çocuklar okula giderken artlarından bakar durur, onların dönüşünü gözlerdi hep.

 

Bundan sebep küskünlüğünü uzun tutmadı, diğer gün televizyon açılır açılmaz babanın yerini aldı ve torunlarıyla televizyon seyretmeye başladı. Anne baba ise dün geceki söylenmeleri çoktan unutmuştular bile.

 

Evin yeni eşyası onların sevgilerini birbirinden asla koparmadı. Onlar her zamanki gibi şakalaştılar, tartıştılar, gülüştüler sevgilerini saygılarını daima çoğalttılar. Yıllar uzadıkça bu sevgide büyüdü. Evin üyeleri birbirlerine sarıldıkça yıllarda ilerliyordu.

 

O yıl kış yine çok sert geçmişti.

 

Fırtınalı bir gecenin sabahında nene namaza kalkarken, ekseriyette yatağında yatan Spîreş"in donmuş bedenini fark etti. Spîreş, hayli yaşlıydı gece uyurken bir daha uyanmamış ve buna da ilk nene şahit olmuştu. Bu üzüntüden gün aydınlanıncaya kadar Spîreş"in başında gözyaşı dökmüştü.

 

Torunlar uyandıklarında bu manzara karşısında aynı duygulara büründüler. Dışarıda da fırtına durmadan karı bir yerden diğer yere taşıyordu. Nene yaşlı gözlerinden yaş dökmeye devam ederken torunlar fırtınaya inat evin güneyine düşen boşluğu kar kürekleriyle açtılar. Bir kürek ağzı kadar da toprağı açtıktan sonra evdeki bir beze sardıkları Spîreş"in cesedini defin ettiler. Başına tahtadan bir de mezar taşı koydular baharın kaybolmasın diye.

 

Dualarla gönderdiler evin bu yaşayanını.

 

Televizyonlu, uzun ve mutlu yıllardan sonra; evden, bir kış günü ayrılan Spîreş akıllara böyle unutulmazlık bıraktı. O yılın bu son öyküsünden sonra, baharın Spîreş"in mezarından bir sarıçiçek açtı gözlerini dünyaya.

 

Nene dedi ki; sarı, ayrılığın rengidir ama bu çiçek sevginin ve vefanın nişanesidir.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (12)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.