"İnsanın değeri bayağı kesire benzer: Pay gerçek değerini gösterir, payda kendisini ne zannettiğini. Paydanın değeri arttıkça kesrin değeri azalır."
Lev TOLSTOY
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Kürt Sorunu ile ilgilendiğini düşündüğü tarihten beri kendini Kürtlerin "siyasal temsilcisi" olarak görüyor. Hatta sıkça ve pervasızca bu role soyunduğunun ifşaatlarını da yapıyor. En başta, partilerinde 75 Kürt milletvekili olduğunu vurgulayarak!
Buna kendini epeycedir inandıran bir siyasal varoluş içinde AKP. Kürt siyasal hareketine hırçınca tavır alışı bu perspektiften kaynaklanıyor. Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) "demokratlığı" ile Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) "ırkçı-milliyetçiliği"ni partisinin içinde barındırdığını varsaydığı gibi, Kürt damarının da adı geçen "Kürt milletvekilleri" ile varlık bulduğuna iyiden iyiye inanıyor AKP.
İşte bu nedenlerle de olsa Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) AKP'nin siyasal rakibi olarak toplum nezdinde görünür bir aktör şeklinde zuhur etmesi çok anlamlı ve gerçekçi oluyor...
"Boykot, siyaseten etik bir tavırdır"
AKP, 12 Eylül 2010'daki kısmi Anayasa değişikliğini gerekçe göstererek aslında "anayasa"yı değil, parti olarak kendini ve liderini oyluyor. Alenen "Bu anayasa oylaması nedeniyle de olsa benim politikalarımı onaylayın, yoksa sonuçlarına katlanırsınız" demeye getirerek "aba altından sopa gösteriyor".
Bu tehdide pabuç bırakmamak saikıyla da olsa, AKP'nin siyasetine "boykot" tavrıyla karşı durmak, bırakınız bilinen tabiriyle "devrimciliği", sıradan kavramla "asgari demokratlığın" ön koşulu olmakla eşdeğer.
Bugün AKP'ye "sizin Kürt politikanızı onaylamıyor, bu nedenle içinde olmadığımız bir anayasanın oylandığı sandığa da gitmiyoruz" demek en azından 2011'deki genel seçimlere elde güçlü bir kozla ve cidden bir siyasal karşı duruş ve demokratik tavır alışla "siyasette varız" demenin cesur ve devrimci bir adımıdır.
"Boykot" tavrı, siyaseten etik bir tavırdır. Türkiye genelinde de iktidara meydan okuyan bir siyasal varoluşun diğer adıdır. Yani sadece Kürt coğrafyasında varlık gösterisinde bulunduğu ve dikkate alındığı varsayılan Kürt siyasetçisinin değil, aynı zamanda Türkiye'deki devrimci-demokratlarla buluşma ve birlikte politika geliştirme şansının da diğer adıdır "boykot".
Eğer "sünnetçi" Cemil ile "soy-sop" testçisi Erdoğan siyasetine karşı bugün tavır alınmazsa yarın seçimlerde diyecek söz kalmaz.
"Anadilde eğitim, olmazsa olmaz"
Belki birkaç cümle de şu vesileyle etmek doğru olur: Aslında bu Anayasa değişiklikleri asgari koşullardaki demokrasi talepkârlığına kısmi bir cevap gibi de algılanabilir. Avrupa Birliği'nin (AB) kapısına dayanmayı onur meselesi addeden ve ilke kararı sayan herhangi bir "AB'ye aday ülke" bu türden (ana)yasa değişikliklerini bu denli "gürültü-patırtı" yaratmadan da sesiz-sedasız hayata geçirebilirdi / geçirmeliydi.
Ama bu olmadı. Hükümet, kendini refere etmeye yeltenen bir "meydan kavgası"na dönüştürdü işi. Bu durumda elbette ciddi bir "siyasal rakip" olarak Kürt siyaseti en amiyane tabiriyle bu "zarfı" yiyemezdi.
Adına "demokratik değişiklik" denen hiçbir ana / yasa düzenlemesi, eğer içinde "Anadilde Eğitim" kararını dercetmiyorsa Kürtler açısından zerre kadar anlam ifade etmez.
Partilerin kapatılmasını imkânsızlaştırmak (En çok Kürt partileri kapatıldığı ve hâla kapatılma tehdidi yaşadıkları halde!), seçim barajını tümüyle kaldırmak ya da düşürmek (en çok Kürt siyaseti yüzde on seçim barajının mağduru olduğu halde) bile Anadil meselesinin yanında bir anlam ifade etmez / etmiyor. Baraj ve parti kapatma mevzuları zaten asgari demokratlığın gereği artık. Ama anadil meselesi Kürtler açısından olmazsa olmaz!
"Başbakan Kürtlerin ağzına bir parmak bal çalacak"
Şimdi 3 Eylül 2010 Cuma günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "Kürtlerin Kalbi" Diyarbakır'da olacak. Belki Kürtlerin "ağzına bir parmak bal çalacak".
Şimdiden söyleyeyim bu Kürtleri kesmez / kesmemeli! En sıradan tabiriyle Başbakan 3 Eylül'de, Diyarbakır'da "Yeni ve demokratik bir Anayasa" sözü verse bile-ki yeni bir Anayasayı 13 Eylül sabahı vaat edeceğinin ipuçları var-, bu zaten böyle bir istencin kenarından, köşesinden dahi geçmeyen CHP ve MHP gibi zayıf aktörleri olan "Hayır"cıların sayesinde olmayacaktır. Olsa olsa BDP'nin ve Kürt siyasetinin "boykot" direncine karşılık bir "gaz alma" operasyonuna siyaseten takoz koyma olacaktır.
Böyle bir duruma karşılık elbette Kürt siyasetçileri yeni durumu "lehlerine" olacak şekilde çok akıllıca kullanmak durumunda olmalı ve "Biz boykotta direttik, hükümet de yola geldi" gibi bir tavır alışa yönelmeli ve 2011'deki seçim için ciddi bir altyapı oluşturmalıdır.
İş dünyası örgütleri ve sivil toplum
Belki birkaç cümle de güncel olması nedeniyle son günlerde ortalığı hayli bulandıran Diyarbakırlı ve adı "stk" olan kurumlar için etmekte yarar var. (Stk'larla ilgili ayrı bir yazı yazma düşüncemi belirterek.)
Anayasanın (tabii ki 1961 Anayasasından devralınan 1982 Anayasa'sında da yer alan) 135. Maddesine göre ticaret odası, esnaf odası, mimar mühendis odaları gibi örgütler "kamu kurumu niteliğindeki" yarı resmi örgütlerdir.
Devletin yasal emriyle üye kabul eden ve mecburen üyelik aidatı tahsil eden kurumlardır. Bunların, sivil toplumculuğun "Hükümet Dışı Organizasyon-NGO" temel ilkesiyle uzaktan yakından bir ilgileri yoktur.
Stk statüsünde olsun ya da olmasın, kendine stk formatını yakıştıran örgütlenmeler; elbette ülkenin siyasal gidişatı, hatta sorunların çözümüne dair görüş geliştirip tavır alabilirler. Ama Anayasa maddelerinin değişikliği gibi siyasal partiler arasında neredeyse "kan davası"na dönüşmüş bir tavır alışta "niyet" belirleyemezler. Belirlerlerse bu amacını aşan bir tavır alış olur. Ve ciddi kırılmalara sebep olur.
İşte Diyarbakır'da ağırlıklı olarak DTSO, GÜNSİAD, DESOB, Eczacılar Odası ve diğerleri gibi "iş dünyası" mensuplarının "Evet"çi tavrı buna delalet ediyor. Sonuç da mensupları bir siyasal partideki homojen üyelik gibi değildir. Her siyasal eğiliminden ama sırf işleri nedeniyle meslek odasına üyelikleri söz konusudur.
Kanımca bu uygunsuz "Evet"çi tavrı dile getirip hem kitle tabanlarından ciddi eleştiri alan Diyarbakır'ın "iş dünyası" örgütleri, aynı zamanda siyaseten de kendilerini güç durumda bırakan bir hale büründüler.
Bu tavrın artık "siyasal anlamda" da geri dönüşünün olmadığı kanısındayım. Çünkü karşılıklı olarak ciddi kırılmalar yaşandı ve söylenmeyecek sözler edildi. "Ahlaksızlık", "Pol Pot'çuluk", "Talimatla gelen, tekmeyle gider" en hafifinden siyasal olarak ajandada not düşülmesi ve demokratik toplumlarda siyasal tercih gereği vakti zamanı gelince unutulmaması gereken cümleler.
Ve tabii ki son bir belirleme; büyük bir sürpriz yaşanmaz ise Diyarbakır'ın "Evet"çi stk'larını, Ankara'nın siyasal güzergâhında bir ön durak olarak gördükleri 3 Eylül günü AKP'nin Diyarbakır mitingi akabinde Başbakanın "İftar sofrasında" görmek şimdiden müneccimlik sayılmamalı...