Size şimdi yazacaklarım İhsan Çolemêrgî'nin 2006'da yayınlanan "Hakkâri Suretleri" kitabına yazdığım "Dağ Suretleri" önsözünden alıntıdır. Mamo İhsan, kitabı yayınlandıktan sonra Dîyarbekir'e gelmiş ve Lîs Yayınevinde sohbet ederken demişti ki; "Kek Şêxmûs sana diyeyim ki; senin yazdığın önsöz bu kitabın yarısıdır." Zaten öyle de imzalamıştı kitabı bana. Ziyadesiyle mahcup olmuştum.
Hakkâri, coğrafi olarak uçta bir şehir, beyler, paşalar, aşiretler, unvanlar divanı gibi Hakkâri. Nedense Hakkâri dendi mi, aşiret kavramını / êşîr yaşam biçimini de birlikte düşünürüm. Zaten bugüne dek Hakkâri'yle ilintili okuduğum tüm kitaplarda (benim okuduklarım bir kaçı geçmez) bu aşiret bağı ortadadır. Elbette aşiret bağı öne çıktı mı, birey her daim ikinci planda kalır. Aşiretin kuralları kavil keser. Hayata ve an'a dair bütün yaşanmışlıklara ve yaşanacaklara aşiretler karar verir. Ötesi tevatürdür. O nedenle Hakkârililerin soyadı gibidir aşiretleri...
Bir başka yönüyle de, Kürt tarihinde ve Kürtlerle komşu kavimlerin tarihinde her daim ayrı bir yeri olmuş şehirdir Hakkâri. Sarp doğası gereği sadece Cumhuriyetin ilanından bu yana belirlenen "hudut ili" olması nedeniyle değil, Osmanlıdan bu yana da uç da olmak ama o uç, sınır noktasında olmayı hiçbir zaman ciddiye almamak gibi bir duruşu da olmuş Hakkâri'nin. İhtiyaç duyduğunda destursuz, kâğıtsız, evraksız ihlal etmiştir sınırı Hakkârili.
Adını ticaret koymuştur. Adını ziyaret koymuştur. Adını kız alıp verme koymuştur. Ama kendi onayı dışında belirlenmiş sınırı hiçbir zaman kabullenmemiştir Hakkâri insanı. Belki de şair sırf bu nedenle "Pasaporta ısınmamış içimiz / Budur katlimize sebep suçumuz" sözünü onlar için söylemiştir.
Şehirleri, elbette o şehirde yaşayan ve yüreği şehriyle birlikte atanlar bilir. Bu nedenle İhsan Çolemêrgî ses, soluk olmuştur şehrine yazdıkları ve yaşadıklarıyla... Çolemergi, halen de Hakkâri'de kutlanagelen eski takvime göre asıl yılbaşı sayılan Nisan ayının ilk Çarşambası yani "Çarşema Sor"u yaşar. Trişin'de, Geverok'daki kayalara oyulmuş suretlerle konuşur. Anu'nun, Enlil'in Enkidu'nun, Marduk'un, Dimuzi'nin, İştar'ın, Gılgameş'in sözlerinin sahibi gibi durur, Mamo'ya yakışır da!
Alaca renkli kıyafetler içinde, coğrafyasının gereği elinde gopal'ıyla (baston), sarığının çevresindeki Asurî-Ezidi geleneği süslü Şahin, Horoz telekleriyle Hakkâri resmi gibi durur. Çolemêrgî'nin Hakkâri'yi, Van'ı anlattığı kitapları ve metinleri; saklı bir şehrin dikenli tarihinin mağrur ve mağdur mekânlarının yitik şahsiyetlerinin bugünün insanına yansıyan suretidir.
Şimdi sizinle 15 Kasım 2011'de "Tuşba Öldü, Yaşasın Efendiler" başlığıyla Yüksekovahaber.com sitesinde yayınlanan yazısını paylaşıyorum İhsan Çolemêrgî'nin...
"Van'da 23 Ekim günü meydana gelen 7,2 şiddetindeki depremin ardından, 9 Kasım'da 5,6 şiddetinde ikinci bir deprem gerçekleşti. Birinci depremde kısmen hasar gören evimiz, ikinci sarsıntıda içinde oturulamaz duruma geldi. Biz o evi yapan kooperatif yönetimine tam 10 yıl ödeme yaptıktan ve eksikliklerini kendi olanaklarımızla tamamladıktan sonra içinde oturulur duruma getirmiştik. Sonuçta evde oturma süremiz ödeme süresinden daha az oldu. Yani evimizde 8 yıl oturabildik.
Evimize uğrayanlar bilirler, sıradan bir barınaktan ziyade, dar olanaklarımızla onu bize enerji veren, geçmişimize bağlayan bir çelik halata dönüştürmüştük. Evin dört yanını bana yazmak için ilham kaynağı olan kültürel değerlerle süslemiştim. Evimize uğrayıpta görenler onu küçük bir 'müze' olarak tanımlıyorlardı. Evimizin salonunu, yüzeyleri tavus kuşu motifleri ile süslenmiş Hakkâri yöresinin cevizlerinden yapılan ve üzerinde yaklaşık olarak 40 kişinin rahatça oturabileceği kanepeyi, yine Hakkâri çevresindeki en yetenekli kilim ustalarının, aylarca süren emekleri sonucu yaptıkları kilim yüzlü yastık ve minderlerle kaplamıştık.
Evin ceviz kaplamalı duvarlarına yerleştirilen Mezopotamya uygarlıklarının geçmişinde büyüklüğün, gücün, vefanın, dikkatin ve inancın simgesi olan aslan, boğa, at, kartal ve tavus heykelleri izleyenleri yıllar öncesi Zagros'lara götürüyordu. Hubişkia Krallarının yağlı boya ile yapılan stelleri, Ehmedê Xani'nin portresi ve heykeli, Uzakdoğu yapımı büyük ahşap kadın heykeli konukların beğenisini kazanacak şekilde sergilenmişti.
Yapılan özel köşede, Rus yapımı 170 yıllık büyük semaveri farklı il ve ülkelerden getirdiğim bronz-pirinç aksesuarlarla süslemiştim. Basık ceviz masamızın üstüne Urartu Medeniyetinden esinlenerek bakır kaplar, mumluklar yerleştirmiştik. Yine köşelere monte edilen ve Urartu niş'lerini hatırlatan kapalı raflara da antika değeri olan eşyalar geometrik bir biçimde dizilmişti. Duvara asılı ters lale motifli kilimimizin ince örgüsü, Hakkâri yöresi el sanatlarının tartışılmaz üstünlüğünün adeta canlı bir kanıtıydı.
İnançlar arası hoşgörüyü egemen kılmak için İslam'ın Kutsal Kitabı Kuran'ın ceviz kutu içindeki duruşu, Urartu baş tanrısı Haldi'nin sanat harikası mızraklı heykeli, Zerdüşt Peygamberin İran'ın Belh kentinde bulunan ve bilgenin saygın duruşunu yansıtan heykelinin çerçevelenmiş fotoğrafı, tavus kuşunun pirinçten yapılan heykeli konuklarımızın dikkatini çeken bir inanç tablosuydu.
Tüm bu aksesuarlar, tabanının tamamını kaplayan ve üzerine İran mitolojisinin ünlü aktörlerinin işlendiği el dokuması halıya, yerlerinde tutkun âşıkların bakışlarıyla uslu uslu bakıyorlardı. Kısacası evimizin salonu, beni geçmişe bağlayan ve yazarken hatırlayamadığım konuları hatırlatan, üç kitabımın da önemli bölümlerini yazdığım bir güç ve ilham kaynağıydı. Evimiz bu farklılığıyla Roj Tv, Kürdistan Tv, Kurdsat, Kurd 1 ve birçok televizyon yapımcısının programlarına konu oldu. Ailece çok güzel günlerimize beşiklik yaptı.
Bir bölümünde içinde onlarca seçkin eser bulunan kitaplığım vardı. Van'da çoğu kez kendimi dostsuz ve arkadaşsız hissettiğimde hemen kitaplığıma sığınıyordum. Sümer'den bu yana Mezopotamya ve dünya uygarlığını konu alan birçok eseri birkaç sıradan oluşan raflarına sıkıştırmıştım. Heredot'tan Ksenephon'a, Mehmed Uzun'dan Amin Maalouf'a dek birçok ünlüyü görmek mümkündü ceviz raflı kitaplıkta. Ben ve çocuklarım renkli ve sıcak yuvamızı yaparken bir kanatlının Van Kalesi'nin güneye bakan uçurumlu kayalığın ulaşılmaz yamacına yuva yaptığı gibi azimle ve özenle çalı-çırpı taşıyarak yapmıştık.
Kürt halkının amansız doğa koşulları ve siyasi inkârcı baskılar karşısında yüzyıllardır yaptığı barınaklar hep yok olmuştur. Tarihe baktığımızda rahat ve huzur içinde yaşayan üç kuşak olmamıştır. Sadece Hakkâri'de 1915-1990 yılları arasında geçen 75 yılda coğrafya üç kez insanlardan arındırılmıştır. Şimdi de Van'da doğal depremin yarattığı göçler gündemde. Biz de bu depremzedelerden bir aile olarak kışı İzmir'de geçirmek durumunda kaldık. Ailece çok sevdiğimiz Van'dan uzakta İzmir'de kışı geçirmekten başka bir seçeneğimiz yoktu.
Ben bu yıl Van'ın Urartu dönemini kapsayan parlak ve ihtişamlı tarihini yazdım. Birçok etkinlikte onun geçmişini, stranlarını, olağanüstü doğal güzelliklerini ve yetiştirdiği değerleri tanıttım. Sarduri'lerin, Argeşti'lerin, Rusa'ların 'efendisi' olmakla övündükleri ve bu övgülerini kayaların bedenlerine işledikleri TUŞBA kenti bizim için yerleşim alanı olmaktan ziyade kutsal bir mekândı. İ.Ö. 685-645 yılları arasında Urartu tahtında oturan Kral II. Rusa bugün Ayanıs olarak bilinen kaleyi Van Gölü'nün mavi ve berrak sularına yakın olduğu için bir sayfiye merkezi olarak yaptırmıştı. Son otuz yılda kentin üzerinde kurulduğu tepede yapılan kazılarda ünlü Rusahinili'nin (Ayanıs) de deprem sonucu yıkıldığı tespit edilmiştir. Yani Kral Rusa'nın kuşağı da Tuşba'nın (Van) güzelliklerinin tadını alamamıştı.
Artık Tuşba Kalesi'nin eteklerinde sıcak bir barınağımız yok. Ama orada yaşayan tanıdıklarımız, yakınlarımız ve çileli halkımız var. Van'a yeniden kavuşmak, ömrümüzün kalan yıllarını orada geçirmek, bireyi olduğumuz halkımızla yan yana yaşamak temel dileğimizdir. Bu arzumuzu hayata geçirmek için Zagrosların yüksekliklerinde, insansızlaştırılan platolarımızda, Zap Vadisinin derinliklerinde kurumuş dalları, otları, talaş parçalarını yeniden toplamaya çıkacağız. Oralarda da kırıntı bulmak güç. Ancak koşullar ne olursa olsun yaşamı Tuşba'da sürdürmeye kararlıyız. Mezopotamya düzlüklerinden gelen hacı leyleklerin yaz aylarında Yüksekova Ovası'nın Serdeşt mevkiinde elektrik direklerinin tepesinde canları pahasına yaptıkları yuvanın bir benzerine kavuşmak zaman alacaktır. Yaşam mücadelesini sürdürsek bile, kanatlarımızın yuva kırıntılarını taşıyamayacak kadar güçsüzleştiğini itiraf etmek durumundayım."
İşte ben bu kıymetli şahsiyetin geçtiğimiz yıl Van'daki evine bir akşam vakti kahve içmeye konuk olmuştum. Konuk olmuş ve şaşırmıştım. Bir yazar bırakınız evinde "Kendine ait bir oda"nın lüksünün yine kendine çok görülmesini, yaşadığı evi edebiyatında kurduğu dünyaya onlarca yıl uğraşarak, bezeyerek, döşeyerek nasıl yaratır ve her bir eşyanın hikâyesini oluşumunu nasıl üşenmeden anlatır ona tanık olmuştum. Koca bir Kürt Miri gibi orta yere bağdaş kurmuş olanca asaletiyle eşi can yoldaşı yanında, çocukları hizmette kusur etmiyor, Mamoste İhsan ha bire anlatıyor.
İşte o değerli insanın Van depreminde on yıl emek vererek yarattığı mütevazı evi yıkıldı. Yukarıda paylaştığı ve benim de sizlerle paylaştığım yazdıklarından sonra, kendime iş edinip, kendi adıma acaba İhsan Abi'yi ev sahibi yapmak hiç değilse acısını kısmen onarmak için ne yapabilirim diye çevremle paylaştım. İtiraf ediyorum başarısız oldum. Evi başına yıkılan ve yarattıkları ile birlikte dünyası kararan bir büyük yazarın derdine merhem olamadım. Bari satırlarla kendimi avutayım diye bu duygusal metni sizlerle, ey kadir bilir okur sizlerle paylaşıyorum. Ne olur bağışlayın...