Zülüf, şirin mi şirin bir İstanbul sabahında, denizden az ötede gözlerini güne açtı, martı çığlıkları nisan ayı kadar berrak ve bir o kadar dolu dolu akıyordu evlerinin penceresine.
Yatağına kadar sokulmuş güneş kadar sıcaktı teni…
Üzerindeki çiçekli empirme kumaştan örtüyü attığı gibi yataktan doğruldu. Müzik çaların radyosunu açtı, nedense en çok sevdiği türkü okunuyordu…
Sezen Aksu’nun sesinden o muhteşem türkünün mistik müziği ve yürek yürek sözleri bütün evi gezerken o da türkünün havasıyla mırıldandı;
"Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Buda gelir buda geçer /ağlama
Göklere erişti feryadım ahım
Buda gelir buda geçer /ağlama"
Bir yandan Elindeki diş fırçası, ağzına dolan macun köpüğü ile bir yandan da dudaklarından akan türkü melodisinin havasıyla çok şen bir güne başlamıştı adeta.
Filinta bir gün, masmavi gökyüzü ve çok renkli bir kahvaltı sofrasına oturunca kahverengi gözlerinin etrafı parlak bir beyaz içinde gülümsüyordu.
O saten sonra tüm türkü sözleri ve tüm şarkı melodileri susmuş esmeri güzelliğinin temaşasına dalmışlardı. O berrak İstanbul gününe böyle şen, bir esmer yüz ömrübillah doğmamıştı. İnci dişleri dudaklarının duvarı içinde gülmeye durmuştular.
Kahvaltı sofrasından kalkmadan gazeteye göz attı.
Yine memleket havadisleri çok kötüydü. Üçüncü sayfalarda tecavüz, taciz, hırsızlık, gasp havadisleri alıp başını ilerlemişti. Manşette “Şehit” edebiyatıyla bir asker ailesi öne çıkarılmıştı. Yurdun doğusundan yine bombalamalar ve çatışma haberleri vardı.
Ama onların bahçesindeki ağaçlarda kuş cıvıltıları yükseliyordu…
Denizin kokusu balkona misafir oluyor, güneş sımsıcak tebessüm halleriyle toprağa göz kırpıyordu. Kent milyon kere kalabalıkla fabrikalara akıyordu. Otobüs duraklarında, tren garlarında, deniz seferlerinde hınca hınc yolculuklar sürmekteydi.
Tablo gibi açık mavi gökyüzüne musallat olan karnı beyaz bulutların altında kavgalar, aşklar, telaşlar, heyecanlar yaşanıyordu…
Bu yüzden, falcılar bu kentin falına bakmaya kıyamazlardı, bir kötü fal çıkarda şehrin büyüsü bozulur diye.
Kahvaltıdan sonra, İstanbul’un kollarına ve bu kadar cıvıl cıvıl olan günün içine kendi enerjisini katmak üzere hazırlanmaya başladı. Esmer tenine geçirdiği mavi boydan elbise ile biraz sonra İstanbul’un canını alacaktı.
Işıl ışıl İstanbul gününün kapısını araladı ve sokağa ilk adımını attı, aslında bu gidiş birazda onu sevdiğine götürüyordu…
Sokak nisan ayının narinliğindeydi… Mavi elbisesiyle Zülüf, adeta geçtiği sokağın nazar boncuğuna dönüştü.
Her zaman gittiği kafeye varır varmaz kahvesini sipariş edip telefonunu çantasından çıkardı. Telefonun öbür ucunda sevgilisi Egid olacaktı. Hemen her gün bu kafeye gelir ve Egidle saatlerce konuşurdu. Evde bu kadar rahat konuşamıyordu çünkü.
Telefonu çaldırdı. Ama kapalıydı.
Bir daha aradı yine kapalı olduğunu vurgulayan ifadeleri dinledi.
Kahvesi de gelmişti. İçerken bir yandan da Egidi düşünüyordu. Hiç telefonunun kapalı olduğuna şahit olmamıştı. Bu yüzden canı sıkılıyordu. Sonra defalarca aramasına rağmen telefonu hep kapalıydı.
Bir ara kafeden ayrılıp denizin kıyısına gitti. Saatlerce denizi seyretti. Telefonu çaldırdı. Ama nafile bir türlü açmıyordu.
İçine kuşkular gelip oturdu.
Ama kulağı hep telefonun çalan zil sesine kilitliydi. Beklediği telefon bir türlü açılmayınca eve döndü.
Birkaç gün önce telefonla konuşunca nisan ayı sonunda istanbula geleceğini söylemişti Egid ona. Kendi kendine acaba erkene alıp ona sürpriz mi yapacaktı diye düşündü. Zaman ilerledikçe iyi niyetli düşlerinin yerine kuşkular artarak aldı.
Gece boyunca da bekledi, sabahın ilk ışıklarına kadar bekledi ama bir türlü telefon açılmadı. Yorgunluktan olacak ki bir ara uykuya geçti. Rüyasında onu bir yılan sokuyordu.
Uyanınca ilk işi telefona bakmak oldu. Ardından aradı yine kapalıydı telefon. Bu durum hiç normal değildi. Dayanamayıp Egidin ablasına telefon etti.
Egid, evvelki gün bir eylem sonrası vurulmuş ve ölmüştü…
Elindeki telefonla birlikte tutuldu! Konuşamadı uzun bir süre. Gözlerine yaş gelip oturdu. Kapandı odasına. İçinde bir sonsuz acı. İnanamıyordu olup bitenlere. Hayallerini geçirdi bir bir… Sonra Egidin sevdiği türkünün sözleri geldi aklına.
Benim sevdiğim sensin anam
Senin sevdiğin hani anam
Senin sevdiğin hani
Günlerce, aylarca hatta kaç yıl inanmadı Egidin öldüğüne ve hep o türkünün sözlerindeki “hani” sorusuna cevap vermek istemedi…