Yüksekova’da berfin açacak ama daha var. Nisan yağmurları vurur vurmaz yeryüzüne, Berfinler için başkaldırı zamanı başlayacak. Ova hala kar altında, yüksek yerler için söyleyecek bir şey yok zaten.
Velhasıl toprağı kaplayan kar eriyince Yüksekova renklerin anayurdu olacak yine. Bu bahar başka kokacak belli!
***
Erken bir nevroz günü Esendere’den yol alıyoruz, Nihat direksiyonda, coşku Kesran deresinde ilerliyoruz.
Yüzümüz doğuya bakıyor, belki güneşin doğuşunu kaynağından görmek fena halde iyi gelecek bize.
Yol uzun, bürokrasi yine kıl/ince.
En uzun bekleyip, en çok çöl tozu yutana cennettin anahtarı veriliyor molla rejimince. Uzun ve birbirine karışmış üstelik kirden urgan kadar kalınlaşmış sakal kılları taşıyan suratın sahipleri hala durmadan cennet palavralarıyla ayakta durmaya çalışıyorlar.
Bir gölün kıyısından geçiyoruz, suyu çekilmiş, kıyısı tuz… Uzaktan kokmuş gibi görünüyor.
Ve giderek kırıkları ile çukurları yamalanmış bir asfalt yolun ritmiyle, tepelerine kadar sürülmüş tarlaların henüz filiz vermiş buğday yeşilini seyrediyoruz bir yandan.
Susamış ve fay hatları üzerindeki fars topraklarının kıyısından geçiyoruz anlayacağınız. Komşu topraklar, serin bir yoksulluktan, yanmış otların cehennemine hazırlanıyor.
Taştan mucir çıkarmak için deşilen tepeler, pense ile eti çekilmiş insana benziyordu. Üzüldüm! Bura toprağı, insanı kadar işkence içinde...
Gaddarca açılmış dağ eteklerindeki galeri ağızları, acıdan inleyen insanları anımsatıyor. İşkence sonrası, korkulu bekleyiş o galerilere de yansımış. Gözleri fal taşı gibi açık, öylece bekliyor.
Güzergâh boyu rastladığımız şehir ve köyler büyük bir sessizlik içinde, esnafın dükkanları kapalı, gün ise normal sıcaklıkta. Anlıyoruz ki bu şehirler nevrozu 15 gün sürecek seyrangaha dönüştürmüş kültürlerinde.
Gördüklerimizi yorumlaya yorumlaya bir başka şehre vardık. Bu şehir diğerlerinden farklı, en azından işyerleri açık ve insanlar kalabalıklar oluşturmuş. Biraz ilerleyince şehrin batısındaki yükseltiye bakan guruplar bizimde dikkatimizi çekti. Sormaya gerek kalmadan, bakılan yerde ateş yakıldığı ve nevroz kutlamalarının gerçekleştiğini bizde görüyoruz. En çarpıcı olan ise atılan slogandı. Yerel ağızca slogan “Bijî Ocalan” şeklindeydi. Her gün Kürt gençlerinin vinçlerde asıldığı bu ülkenin Piranşehir kentinde ise böylesi bir slogana tanıklık eden yolcuğumuza devam ediyoruz.
Şimdi yol daha kırsal ve yol etrafı daha yoksul görünüyor, ilerledikçe de bu yoksulluk eski model araçların yapmış olduğu akaryakıt kaçakçılığı ile daha belirginleşiyor. Kim bilir bu yoksulluk değil de cezalandırmadır. Ki iki saat önce geçtiğimiz yol ve şimdiki yola bakılınca cezalandırma tabiri daha mantıklı görünüyor.
Hacı Omaran, sınır kapısına geldiğimiz de cezalandırma tabirinin ne kadar yerinde bir tespit olduğunu yalıngözle görüyoruz. Alanda temizlik yapan görevli çırpı süpürge kullanıyordu. Ama temizlik yapılmasına rağmen, kirlilik ayan beyan ortadaydı.
Burası meşhur “Sarhoş Atlar Zamanı” filminin öyküsünün geçildiği ve çekildiği yerdi. O günlerden bu güne değişen tek şey, Kürdistan tarafına yapılan modern bir gümrük binasından başka bir şey değildi. Haa! Bir de yoğunlaştırımış hatta işkenceye dönüştürülmüş gümrük giriş çıkış işlemleri olmuş.
Her iki tarafta resmi adımlarını atmış, sahiplenme duygusu içinde görünüyor.
Her taraf petrol kokuyor ve toz içinde. Hatta Kürdistan tarafına yapılan yeni binanın damarlı mermerlerinin mermerleri kaybolmuş.
İşlemlerden sonra koyulduğumuz yol etrafındaki dağlar kar altında, görüyoruz. Yollar çukur denecek kadar derin yarık ve kırıklar içinde. İçerilere doğru geldikçe zalım Saddam’ın izine de rastlıyoruz. Demir köprüler o dönemden kalma.
Fakat en görkemli olan şeye takılıyoruz, gece başlayacak olan Nevroz ateşleri şimdiden yakılmış. Gördüğümüz her köy, nahiye ve şehrin hanelerinin önünde bir ateş yanıyordu. Adeta meşaleler arasında ilerliyorduk…
Konaklayacağımız yere geç saatlerde vardık. O kadar geç olmuştu ki artık Newroz coşkusu ve saati gelmişti. İnsanlar Kürt geleneksel kıyafetleri, pankartlar, sarı-yeşil-kırmızı bayraklarla şehrin tozunu alıyordu adeta.
Ama uyumalıydık, sabah dinç kalkmalıydık keza yarın tarihi bir güne uyanacaktık.
Nihayetinde de öyle oldu.
Öcalan’ın açıklamaları yapıldığı saatlerde her ne kadar kutlamalar sürüyorsa da tüm dikkatler oradaydı. Dört parçada Kürtler soluğunu Öcalan’ın açıklamalarına kilitlemişti. Açıklama sonrası anne ve babaların sevinçleri dalga dalga nevroz oldu.
Asıl dikkat çekici olan ise; Diyarbakır’da yapılan açıklamaya tüm dünyanın kilitlenmiş olduğuydu.
Kürtler bir Newroz’u daha, demirci Kawa’nın Ninovası gibi ateşin kalbine yazıyordu.
Suyun, petrolün, kanın aktığı topraklarda coşkunun, sevincin, mutluluğun yazıldığı bu günü torunlarına anlatacak olanlar bile olacak diye geçiriyoruz içimizden. Çünkü pek çok kez yoğurt yerken ağzı yandı bura insanının.
Her şey bir yana, Öcalan’ı adres olarak veren siyaset ve siyasetçilerin ne kadar haklı olduklarını da yazmadan edemiyor insan.
Bu adresi, zulmün, baskının en şiddetlice yaşanan coğrafyasında, Piranşehir’liler de gösteriyorsa ne kadar anlamlı olduğu açığa çıkıyor.
Gözün aydın insanoğlu ve Newroz’un kutlu olsun diyelim biz de…
Ve “Mezrabotan Yürekli” şair Ahmed Arif’e haber salalım, Dağlarına bahar geldi memleketinin…