Yıl; bin dokuz yüz seksen idi, Haziran ayının son haftası, artık yaz kendini iyiden iyiye hissettirmişti.
Haylaz çocuklar, yaramazlığın hıncını meşin yuvarlaktan almaya çalışıyor ve biri birlerine bağırarak çağırarak koşturuyorlardı. Ben ve Hale okulun son yılının boşluklarının iyice değerlendirilmesi taraftarıyız.
Okul bahçesinde top koşturan ve yer yer küçük hortumlar oluşturan rüzgarın kollarından başımıza savrulan kuru yapraklara aldırmadan sohbet ediyoruz. Hatta az önce hastaneye doğru siren ve korna çalarak giden araçlara dönüp bakmadık bile.
Boş geçen ders saatini bir birimize kendimizi kabul ettirmek daha da iyi tanımak ve geleceğe dair yapılabilirliği konuşmak için harcıyoruz. O kadar yoğunlaşmışız ki soluklarımızı dahi duyabiliyoruz, yoğun gençlik duyguları almış başını yürüyor önümüzden.
Mantığımız ise savruluyor okul bahçesine.
O okşayan duygulardan sapmamak ve bir saniyeyi bile kaçırmamak için artık vücut hatlarımızı bile ezberlemiş durumdayız. Mesela onun çenesine yuvalanan gamzenin bugün ortasına ter düşüyordu, kısa saçlarından arta kalan kulak memesindeki bense müthiş bir heyecan yaratıyordu bende. Muhtemelen o da kaçamak bakışlarına sol gözümün bitimindeki bıçak kesiğini ve kaşlarımın arasına düşen ıslaklığı kilitlemiş durumda.
İkimiz de usta birer figüran gibi rolümüzü iyi oynuyoruz çünkü pencerelerde bizleri seyir eden arkadaşlarımıza ve öğretmenlerimize iki çalışkan öğrenci havası vermeliydik, yoksa bu küçük kasabada adımız aşığa çıkar ve ailelerimizin hedefi olurduk. Bunun bilincindeydik ancak duygularımıza gem vurmak da oldukça zordu.
O, oldukça zeki ve derslerde önde öğrenciler arasındaydı, bense biraz daha gerilerdeydim, ancak buna rağmen öğretmenler ve okul yönetimi tarafından önemsenen öğrenciler arasındaydım.
Sosyal aktivitelerde en çok ben söz ettirirdim kendimden. Hale diğer kızlara benzemiyordu daha girişken erkeklerle konuşmaktan çekinmeyen güzel mi güzel biriydi. Onunla sözleşmiştik okullarımız bittikten sonra evlenecektik. Tabi bununla kalmayacak bir ömrü komple projelendirecektik. Ancak annesinin görevi gereği bu yıl şehrimizden ayrılacaklardı. Bunun hüznü şimdiden sarmıştı beni.
Zaman çabucak geçmiş ve ayrılık zamanı çatmıştı.
Kavurucu bir Ağustos günüydü, toprak kızgındı. Babasının kullandığı otomobilden el salladığı o anı dün gibi anımsıyorum.
Ardından yürüdümse de yetişmek namümkündü. Hayatımda ilk defa bu kadar üzülüyordum. Çıkıp şehrin etrafını dolaştım bağırdım çağırdım. Börtü böcekle, otla, suyla konuştum. Ama dinmedi içimdeki acı. En son pizok çayının üzerine geldim yorulan ayaklarımı serin sularına soktum. Başladım bir şeyler mırıldamaya…”leylek baba leylek baba/selam götür benden yara/git güle güle güle/gel güle güle güle.” sonra hıçkıra hıçkıra ağladım.
Akşam karanlığı geliyorum dediği an çıkıp şehrimizdeki tek birahaneye gittim. Arada bir gelen giden elektriğin eşliğinde başladım bira içmeye. Hayatımda ilk kez tütünle ve içkiyle o gün tanıştım. İçeriden biri Türk sanat müziği söylemeye başladı. “zeytin gözlüm sana meylim nedendir” şarkıyı sonuna dek dinleyip dinlemediğimi hatırlamıyorum.
Gözlerimi açtığımda hastanedeydim herkes başımdaydı.
İnanılmaz ağrılar vardı bedenimde. Uyandığımın haberi doktora ulaştırılmış ve doktor gelmişti. Acı haberi bir kaç gün sonra yine o doktordan öğrenecektim. Ondan önce başıma geleni annem anlatıyor bana. Bira içip eve doğru gelince derin bir çukura düşmüşüm. Sabah tesadüfen çocuklar görmüş. Hastane derken 3 günün akşamında gözlerimi açmışım. Dedim ya doktor bir kaç ay sürecek tedavimin başlarında artık ayaklarımı kullanamayacağımı söylemişti.
Bu acı haber bile haleye olan sevgimi unutturamamıştı.
Hastanede ilk mektubu yazıp göndermiştim ona. On beş gün sonra yazdığım mektup iadeli olarak elime gelmişti. Zarfını değiştirip kontrol ettikten sonra bir kez daha postaladım.
Üç kez hastaneye yazdığım mektup gelince umutlarım kırılmıştı.
Üniversiteyi kazandığımı da hastanede öğrenmiştim. Tazı gibi hızla elimden giden zamana ve beni bir diğer yere götüren ayaklarıma inat yaşamaya sarıldım. Bu özürlü yaşamımda bana desteğini sunan annem hayattan ve evimizden ebediyen ayrılınca hem yetim hem de özürlüydüm artık. Babam defter, kalem ve kitap yetiştiremiyordu bana. Anneme yazdığım kısa şiiri okurken evdeki herkes musalla taşına dönüyordu. Babamsa gidip odasında ağlıyordu.
Anne
şimdi ayaklarım olsaydı
gelip mezarındaki toprağı
sulasaydım gözyaşlarımla
ama yok
senin arkandan bile yürüyemedim
tabutunu bile taşıyamadım
onun için
namaza durduğun her vakit
gözlerimi kapıyorum
ve sana geliyorum
hiç beyaz elbisen yoktu
o giydiğin ne Allah aşkına
Yatağa mahkum oluşumun beşinci yılında manüel telefonumuz zırlamaya başladı. Uzun kabloluydu yanıma getirdiler gelen telefon banaymış. Alo deyişlerimiz birbirlerine çarpıştı.
Ben Hale demişti. Ve telefon kesilmişti.
Birkaç yılımda o telefonu beklemekle geçti. Onca yaşanmışlığın içine cadı büyüsünü yapan büyücüyü görmek lazım dedim. Elimde kalan fotoğrafının alt şeridine “biz anılarımızla güçlüyüz” dedim ve kapattım o sayfayı.
Bu arada kardeşim iş güç sahibi olmuştu ve işi gereği İstanbul’a yerleşmesi lazımdı. Birkaç yıl sonra beni İstanbul’a yanına davet etti. Sağ olsun uçakla da beni tanıştırmış oldu. Baya uzun bir müddet kaldım orada o işe gidince yalnız kalıyordum ve sıkılıyordum. Bunu anlıyor ve bana hissettirmemek için arada bir dolaştırırdı koca şehri.
Bir gün iş arkadaşlarından birinin ısrarı üzerine doktora götürüldüm. Koca bir hastanede beklediğimiz yarım saatin ardından doktorun karşısına çıktık. O olaydan beri hissetmediğim ayaklarım doktoru görünce kıpırdar oldular.
Çünkü karşımdaki doktor oydu.