Silopi gelişleri dün gibi hafızamızda… 30 yıla dayanan savaşın gerillaları bir kıvılcımlık barış umuduna doğru yürüyüp gelmişlerdi.
Kapılar açıldı bir otobüs dolusu bile değillerdi ama bir ülke kadar kalabalık, bir ülke gibi büyük bindiler otobüse. Ata yadigarı libaslarla çıktılar otobüsün damına. Umudun sevgisi düştü parmaklarının ucuna, el salladılar, güldüler.
Gülmek özgürlük ister aslında.
Nasıl olduysa toplum hassaslaştı. Fenalaştı. Agresifleşti. Sesi yükseldi ve sesler birbirine karıştı. Kopyacılar yine eski modeli kopyalayıp yapıştırdılar gazetelerin sayfalarına. Bu gazeteler ne zaman bu ülkeye bir gram bahar gelse kışa çevirmek için tanrılaşıyorlar.
İklimler onların eline düşüyor.
Barışa dair yakılan bu meşaleyi söndürdüler, gülmeyi bitirdiler.
Silvan’da yaşanan asker ölümlerinden sonra kuyu giderek derinleşti ve ortalık toz duman karardı.
Operasyonlarla ölümlere davetiye çıkaran kolluk kuvvetleri yurt güvenliği için emanet gençleri göz göre göre namlunun hedefine koymuştu bir kere.
Kıvılcımlık da olsa bir baharın eşiğinden düşürdüler barışı.
Milletin oy verdiği vekiller cezaevlerinden çıkmıyordu. Çünkü, siyasi erk kızgındı ve ne yapacağını bilmiyordu. Ortalık fena halde dumanlıydı, öksürenler, aksıranlar, sümkürenler çoğaldı birden.
Demokrasiye gönül adayanlar dibi derin kuyudan bakraçla su çeker gibi barışı aradı durdu. Çırpındı. Hayatına bahis koydu cümlesini gördü restini.
Hakimler- savcılarında adaletten çok sesi yükselmeye başlarken Ergenekon ormanında çalı çırpı tutuşmaya başladı ama ne zaman ki ormanın köklü ağaçlarına sıçramaya başladı ateş biri söndürüverdi.
Tutuşması lazım olanlar tutuşmuyordu bir türlü…
Alanlara inen Kürt muhalefeti çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden polisin gazabından fazlasıyla payına düşeni alıyor çocukların kolu-kanadı kırılıyor, kaşı-başı yarılıyordu.
Yaşlarından büyük ceza alan çocukların hayatına dökülen benzin ve benzin kokusu annelerin yüreğini her zamankinden daha fazla yakıyordu.
Sözüm ona eğitim-öğretimin ustaları bu gidişatta yerini alıp “gen haritası çıkarıp zararlı olanları yok edelim” demeyi polisin salahiyet kanuna verilen yetkiye dayanarak söyleyiveriyordu.
Kürt çocukları üzerine zeka yorduğunu sanan engelliler “taş atan çocukları” ailelerinden almayı savunuyor bir başkası ise Kürt kadınlarıyla çiftleşmeye gelen bir hayvani konuşma halindeydi…
Milliyetçilik sınır tanımayan yumurtalar yumurtluyordu.
Bu sıra ardı arkası kesilmeyen ölümlerle hem Türk anneleri hem de Kürt anneleri bir başka çaresizlik içinde ömür tüketiyor dünyayı gözyaşlarına boğuyordu. Dünya umarsız…
Çünkü içeride, iktidara gelen mazlumlar dahi bir başka gaddar olmuştu.
KCK deyip seçilen BDP’lileri, seçilmişleri-seçilmeyenleri, sempatizanları, zafer işareti yapanları, sarı yeşil kırmızı renkleri taşıyanları, taş atanları, slogan atanları boy boy sıraya dizip kelepçeliyor ve basına veriyordu. İşte gücümüz dercesine!
Öğrenciler, sendikacılar, tütün-tekel işçileri, HES karşıtları, maden işçileri, tersaneciler velhasıl cemi insan olarak yaşamak isteyen herkese ya polisin gaz bombası ya da siyasetin vesayeti altındaydı.
Kim kime kılıç kuşanıyor belli olmayan zaman dilimine gelince hakikaten filler tepişti. Genelkurmay başkanı “terör örgütü” üyeliğinden içeri giriyor, mit müsteşarı ve mit elemanları için tutuklama emri çıkıyor, polislerin görev yerleri değişiyor, savcının soruşturduğu dosyadan eli çektiriliyor velhasıl kimin eli kimin cebinde belli değilken yani bunlar gösteriye hazırlanırken Uludere’de masum Kürt gençleri savaş uçaklarıyla bombardıman ediliyor.
Sınırlar çizildiği günden beri gidip gelinen bu sınır boyları çok kanlı gün gördü ama bu kadar canicesini hiç görmedi.
İnsan kanı dondu, ölülerin bedenlerinden bir avuç et parçası geriye kaldı. Tabut bir avuç cenaze ve bir milyon ton ağırlığında acıyla defin edildi.
Operasyon üstüne operasyon düzenleyen devlet, devleti yöneten başbakanı da başka bir operasyonla Türk hekimlerine emanet ediyordu. Bunlar zincirleme kazaya benzetilse de sadece devlet aklı buna muktedir oluyordu.
Sonra son yılların en sert geçen kışı geliyor ama kan durmuyor ve tutuklamaların ardı arkası kesilmiyordu.
Devletin baba adamları önünde bükülen büküleneyken hayalperest basın da bu bükülmedeki yerini alıyordu.
Bükülmeyenler ise ya ceza evine gönderiliyor bir bahaneyle ya da Ece gibi Nuray gibi uzaklaştırılıyordu görevinden. Her ne kadar görevden uzaklaştırma gibi anlaşılsa da bana öyle geliyor ki İktidar kadına karşı bakışını daha fazla gizleyemedi hele bu kadın sorgulayan ve gerçeği açık beyan söyleyense.
İşte bu fırtınalı havada iyice buz kesen topraklarda anneler bahar gelsin istemiyor. Çünkü Abdullah Öcalan’a uygulanan eşi benzeri olamayan tecrit, avukatların bir gece operasyonuyla KCK’den yargılanması ve içeride tutulması, uçaklarla sınır ötesi operasyonlar ve bombardımanların sürmesi, tutuklama sayısı giderek çoğalan seçilmişlerin, aydınların, gazetecilerin durumundan önümüzdeki baharın bahardan çok kasırgaya dönüşeciği ihtimali doğuyor.
Anneler bahar gelmesin diyor çünkü bahar savaş demek, kan demek...
İyicene ısınan komşu ülkelerin durumunu da hesaba katınca Kürtçedeki gibi bir deyim geliyor insanın aklına. “Day landık’a sava ra na ge he” (anne yavrusunun beşiğine yetişemeyecek) yani savaş bu kadar kızışacak. İşte sırf bu öngörü nedeniyle seçilmiş vekiller açlık grevine başlarken mecliste gurubu bulunan blok vekilleri de duruma dikkat çekme amacıyla bedenlerini açlığa terk ediyor.
Bu çok anlamlı durum karşısında uzlaşı ve tartışma diliyle beraber bahara girme umudunu sıcak tutmak istiyorum. Çünkü Kürdün yenileceği bir savaşta Türkün kazanacağı anlamı çıkmaz. Umut ediyorum bunu anlarız.
Baharın gelmesini istememek!
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.