Ay ışığı bu dağlarda bütün karanlıkların düşmanıydı.
Yasakların, yok saymaların, talanın, vurguncunun düşmanıydı. Sevdaya ve sevdalıya ise yatak yorgandı. Çünkü onun görevi uyuyan kelebeğe bile sevgiyle ışık yollamaktı. Işık ne çok bağımsız bir adalettir bilirsiniz, Hem soğuk gecelerde hem sımsıcacık gecelerde yol bilmezlerin pusulasıydı. Umuduydu.
Dolunay, gövdesini mavi göğün berisine düşürdü mü, Yeryüzü rahat bir nefeste tamamlar uykusunu. Hiç bir kaygıya mahal vermez. Karınca bile rızkını ay ışığının emanetinde ve garantisinde taşır yuvasına. Bir başka bahara değin emeğinin harman yeri gün ışığıdır elbet. Ama dolunayda yaptığı her yürüyüşüne rüzgâr kanatlarına takılan tabiat ananın selamıyla, selametiyle çıkar şüphesiz
Bunun verdiği cesaretle karıncalar, bin umudunu yuvasına belini bile incitmeden taşır.
Bu ister tonlar ve ister dünyalar kadar ağır olan yük bile olsa,taşırdı yuvasına ve istiflerdi artık kolonisinin özgürlüğünü ilan etme zamanıydı. Ay ışığı o koloninin tepesinde mutluluğun resmi oluyordu ve gülüyordu her daim. Hani çocukken okuduğumuz masallardaki ay dede var ya! İşte o ay dede oluyordu.
Biz ise, ay dedenin yüzünü bir başka görüyor ve bir birimize anlatıyorduk. Başka görmelerimizin arkasında yüreğimizdeki yüzler hülyalarımızdaki kahramanlar vardı belki ama geceyi yardıkça ve yol giderek bitmek için tükenince ayın yüzüne sahiden de bin umut yüzler gelip oturuyordu.
Sohbetin aralarına otomobilin camını açıp yırtılan hava tabakasının serin yerinden ciğerlerimize payımıza düşeni çekiyoruz. Dışarıda cırcır böceklerinin ötüşleri, rüzgârda dans eden yaban otlarının arasından kulağımıza kadar ulaşıyordu. Zaman zaman bir çift gözün yakamozlar gibi ışıldaması ise hepimizi heyecanlandırıyor ve fikir telaki etmemize sebep oluyordu. O parıldayan gözler umudumuzun yelpazesinde dönüyor, dönüyor
Ve yüzümüze tebessüm olup yansıyordu hatta dudağımızda âminleşiyordu. Âmin gittiği yere varmadan ay ışığının altındaki konuşmalarımıza bir Türkçe terim düşüyordu ya sev, ya da terk et uğruna yaşamımızı feda ettiğimiz aşkımızın adına başlıyoruz sevmeye. O kadar seviyoruz ki, bizi terk ediyor bu söylem. Dolunay ışık yağmuru yağdırıyor üstümüze, biz ve dolunay, o gece, sohbetin en özgürünü en korkusuzca yapıyoruz. Kim bilir babalarımız yaşamış olsaydı oğullarının sevincine şahit olup uykularına gönül rahatlığı ile geri döneceklerdi. Gözleri açık değil, kapaklarına kadar kapalı hem de.
Tıpkı karınca kolonileri gibi bizde rızık taşıyorduk çocuklarımızın geleceğine. Sustuğumuzda sonsuzluğu biriktiren bedenlerimiz incinmiyordu. O sonsuzluk değimlidir ki bizi bin umutla kaybettiklerimize götüren.
Çığ gibi çoğalan kolonimizin fertleri artık ay ışığı garantisinde gülen anne gülen çocuklar yaratacaktır.
Bu sevdanın damarlarımızda dolaşmasıyla rahatlıyoruz. Ve disipline edilmeye çalışılan koloninin karıncaları olarak özgürlüğü saklı tutmadan yaşamanın ulaşılmaz olmadığını anlıyoruz.
Anlıyoruz ki karanlık bütün geceleri aydınlatmak için heybemize doldurduğumuz ay ışığını ve bin umudu, hep aydınlık, hep canlı tutmak gerekiyor. Artık karanlıklardan beslenmenin ne kadar zalim ve zülüm olduğunu anlamayan bir tek canlı kalmaması lazım. Bunun için hayatınızda bir kez bile olsa umudunuzu çoğaltmak istiyorsanız mavilerinizi kuşanın çünkü siz artık gerçek bir mavi savaşçı olmuşsunuz demektir. Renklerin selamı renginizi saflaştırdığınız zaman verilir. Başkasının yalancı rengiyle verdiğiniz selam sizin değil.
Gelin bizim gibi şehre ay ışığı şahitliğinde ve umutla ve kendi renginizle girin. Sınırlar, sinirlerinizi bozmasın hep sınırsız yaşayın sonsuz yaşayın. Tıpkı koca yürek bilge insan Orhan DOĞAN gibi...