Gökyüzüne dadanan bu kara bulutlar başka bir coğrafyanın acısını değil kendi memleketimizin bir acısını haber ediyordu kaç zamandır. Öyle bir acı ki bulutlar bile gökyüzünde hüzün semahına durmuş. Kar desen yağmıyor. Yağmur desen hiç. Bir acayipliğe gebe bulutlar başımızın üstünde ne eyler.
Her anın dolu geçtiği coğrafya güncesinde yine siyaset yine keşmekeş ve kabiliyetsizlerin öne çıkma telaşı.
Biri, bir yerde çok acılar içinde imiş kimin umurunda.
Bulutlar bile hüzün içinde paramparça grilikte bir haykırışta iken; yoksulluğa, sefalete, kimsesizliğe, ötelenmişliğe, itilmişliğe fütursuzca bakan düşüncenin ne menem bişey olduğunu anlamak namümkündür.
Yoksulluk, yaşama kaç kulp takıyor bilmezmiş gibi durmak nasıl bir acayip iştir.
Oralarda bir yerde insanlar ölüyor evet ama bir bakın etrafınıza derim yüreğiniz varsa. Yoksulluktan yürek paralayan ölümler gerçekleşiyor ey muhalifler ve ey insan portresindeki azizler.
Yanı başımızda. Öyle sessiz ve kimsesiz ki bu ölüm yürek burkuyor.
Bedo, daha otuz beşine varmadan bedenine saplanan hayın bir çıbandan kurtulmaya çalışmaktadır. Yani kanserdir. Yani gençliğine doyamadan bedenini saran bu hayın yarayla savaşmaya bütün gücüyle çalışmaktadır.
Sarışın, mavi gözlü, geniş omuzlu, alnı dağ sinesi; Bedo"nun türküsü hiç söylenmedi duası hiç okunmadı. Oysa omzunu dayasa kabrine toprağı dozer yarmış gibi deşerdi. Ne var ki; Hiç solumadığı ölüm kokusu burnundan bedenine girdiği günden beridir yüreğini dirhem dirhem acı içinde bıraktı.
Eğer yense bu illeti, mavi gözlerinin üzerine yeminle omzunu yoksulluğun duvarına dayayıp darmadağın edecekti.
Demirci Kawa"nın çekici gibi demiri dövecek parıldayana ve şavkı cihanı ışıtana kadar savaşacaktı.
Eğer yenebilseydi bu illeti, hiç yaşamadığı çocukluğunu iskeletinin içinden çekip çıkaracak ve haylaz çocuklar gibi yabani elma ağaçlarını soyup soğana çevirecekti. Salıncaklara binecek ve hamaklarda uyuyacaktı. Saatlerce kızaklardan inmeyecek çorapları ıslanana kadar kayacaktı.
Eğer yenebilseydi bu illeti, çocuğuna çorap alacaktı.
Bir çorap alacak kadar ömür vermedi tanrı. Çünkü yoksuldu ve tanrı yoksula hep yapardı bunu.
Şimdi ardından Bedo, kızgın bir taşa oturup yanmak istiyorum, elimi ateş kırmızısı bir teneke sobaya dayayıp yakmak istiyorum. Eğer cehennemi varsa tanrının orada hiç çıkmayacak gibi ateşlerde olmak istiyorum. İstemek yanmaktır biliyorum. Sırf bu yüzden, boylu boyumca günaha girip ağlamak istiyorum.
Ama
Oğluna bir çorap almak kadar zaman istemek, masum ve en hafif bir dilektir tanrım.
Bedo, gülmeyi çok severdi
Eminim ölmeyi de gülecek kadar cesur karşılayacak güçteydi. Onu böyle çaresiz bırakan ölüm değil ya da o hayın yara değildi. Çocukluğunu yaşayamamış gençliğine doyamamış olmakta değildi.
O deniz mavisi gözleriyle içine düşen kurda inat çocuklarına bakarken kalkıp yürümek ve kazmayı toprağa sallamak isterdi. Ölümü kazmayla delik deşik etmek isterdi. Bir yoksulun ölümü devirmesi tarih sayfalarına geçecekti o saatten itibaren.
Yavruları henüz palazdı, uçmayı öğrenememişlerdi. Uçmayı öğretecekti onlara yaşasaydı. Sonra gönül rahatlığı ile toprağa uzanır örterdi üstünü biliyorum. Mertti.
Mertler erken ölür Bedo! ...
Tanyeri ağarmaya başlarken derin bir renk koynunda anlamlı bir dünya düşler ya insan. İşte bu ölüm öncesi sende ağarmak istedin. Gün karanlığa gömüldü senin için. Üzülmek yetmiyor tek başına inan, bütün acılarla bir jilet dolanmakta bedenimi.
Kanser hücreleri saldırdı bedeninin duvarlarına.
Güneş senin için doğmayacak artık.
Ölümü bu kez sen getirdin aklımıza. Kanseri ve yoksulluğu sen.
Anne, oğluma çorap alacak param yok ve ben ölüyorum dedin biliyorum içinden. Ve ekledin, Lütfen oğluma bir çorap ör!
Beş şişi alsa eline şimdi dünyanın bütün anneleri ve senin oğluna çorap örse dahi onun ayaklarını ısıtacak bir baba sevgisi öremezler ki.
Bedo babasızlığı ben bilirim. Yetim kalmayı da.
Öyle sessiz sessiz ölüp gitmek babalara yakışmıyor ama neylersin ki dünya bir han, konan göçer bir gün.
Babasız büyümek ise zor bir maratondur bitmiyor