Boşuna değildir o kadim kelam; “insanların hayatını belirleyen an’dır, mekânların ise devran!”
Aslında “an” ve “devran” geçirgen kavramlar.
Hayatlara dair anlar vardır ki, koca bir devran kıymetindedir. Ama devran da vardır ki; katre-i an etmez.
Gündelik hayatlarımız o denli iş, güç, hayat meşgalesi içinde geçiyor ki, zaman yeli misali.
Ardımıza dönüp baktığımızda onca hayatın nasıl da çoğu kez an’ı yaşamadan keşke “şunu da” yapsaydım! Filanca hasreti de içimde komasaydım! Dediğimiz ne kadar çok ardımızda kalan özlemlerle duruyor, ardımız sıra seğirtiyor.
Geçen hafta sonu yeni kitabın imzası için İstanbul Tüyap kitap fuarından sıyrıldığım ve “anın ahengini” yaşamalı dediğim an’lardan birinde arkadaşımın sözü kendime getirdi beni. An’ı yaşadığımı(zı) düşündüğüm(üz) anda bile aslında an’ı yaşamıyorduk!
Çünkü içinde bulunduğumuz anlar bile kendimize ait değildi, olamıyordu.
“İş, güç” dediklerimiz bir yerlerinden teğelleyerek tutunduklarımız, aslında an dediğimizi, zaman dediğimizi de, hayat dediğimizi de bir şekilde sarıp sarmalıyordu!
İnsan tekini yakın bildiklerinden, dostlarından, arkadaşlarından, sevdiklerinden hatta kendinden; alıp götürüyordu ötelere, bir yerlere, uzaklara...
Çoğu kez farkında ol(a)muyorduk bu hâllerin!
Bazen bu kaba gerçeklikten sıyrılmanın yolu; doğru zamanda akılla, ustalıkla sarf edilen iki kelimeden geçiyormuş meğer: An’ı yaşa...