Ben dünyaya gelmeden, hatta ana rahmine düşmeden, hatta ve hatta ondan çok ama çok evvelinde halkımın, kendi dilini gündelik hayatta kullanmasından kaynaklı çokça acılar çektiği ve bedeller ödediği bugün artık bir vaka!
İşte o ruh hali içinde benim kuşağım 1960'lı yıllarda ilk mektebe başladığında / başladığımızda özellikle şehir merkezlerinde, özel olarak da Dîyarbekir'de hayata başlayanları kastediyorum, anamızın Kürtçe olan dilinin tersine tuhaf bir vakıa-ı ironidir Türkçe ile başladık hayata.
Ailem kesin olarak biz çocukların yanında Kürtçe konuşmazdı. Arada bir, ya hiç, ya da yeterince Türkçe bilmeyen bir konuk, ya da aileden biri evimize geldiğinde; ya bizlerin duyamayacağı kadar kısık sesle, ya da ayrı bir odada Kürtçe konuşurlardı.
İtiraf ediyorum
Bunun birkaç nedeni vardı. Yıllar sonra İletişim Yayınları arasında yayınlanan kitaplarımdan biri "Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım" için yaptığım sözlü tarih çalışmasında anamın ettiği sözleri manidardı: "Oğul biz diyorduk ki; çocuklarımız İstanbul Türkçesi öğrensin".
Evet, ebeveynlerimiz için, ilerde çocuklarının hiçbir "işine yaramayacak!" ve daha çok da "Dağlı Kürtlerin" konuştuğu işe yaramaz bir dildi sonuçta "Kürtçe". Ve dahi cumhuriyetle birlikte her daim başlarına bela getirmişti o "dağ dili".
Sürgünler, acılar, kıyımlar ve en hafifinden konuşulduğunda kelime başına para cezası kesilen, anında da tahsil edilip cezai yaptırıma denk düşen bir belalı dildi işte Kürtçe. Bebelerin ne işine yarayacaktı ki! “Tertemiz İstanbul Türkçesi” hazır orta yerde duruyor ve devlet de ısrarla öğretiyor, okullarında da "Ne mutlu Türküm Diyene" yi her gün namaz farzı gibi dedirtiyorken!
Bir de "İsyancı Kürtlerin" dili zaten başa bela değil miydi Denmeye getiriliyordu ki; Şeyh Saîd Efendi bile askeri, "tüfegi" ile baş edememişti bu Türk'ün yeni düzeniyle, üç beş genç mi baş edecekti! İyisi mi çocuklar “Türkçe öğrenip, Türkçe düşünmeliydiler”…
İtiraf ediyorum; yaz tatillerinde nenemle birlikte Diyarbakır'ın köylerindeki nenemin akrabalarının yanına gittiğim(iz)de bilmediğim ve birkaç kırık dökük kelimeyle bocaladığım Kürtçemden dolayı çokça küçülmüş, ezilmiş, hırpalanmış ve alaya alınmıştım. Sonra Ankara'da Mülkiye öğrencisi iken anamın, babamın dilini öğrenmeye gayret etmiş, geç kalmış Kürtlük bilincimi Türkün başkentinde kafama vura vura öğrenmiştim.
Yıllar yıllar sonra yazar olduğumda mensubu olmadığım halde dilini en az "onlar" kadar iyi konuşup iyi yazdığım bir dilde, yani Türkçede kalem oynatırken karşıma bu kez Kürt okurlardan soru olarak çıkacaktı; sahi "Kürt olduğum halde neden Kürtçe yazmıyordum?" ki! Neyi, kime anlatacaktım! Politik olarak muhatap olduğum soruya, koca bir yarım asrın bendeki izdüşümünün açmazlarına ve ruhumda yarattığı kırılganlıklara ve fırtınalara cevap olabilecek söz var mıydı ki dağarcığımda! Yoktu elbette!
Evet, Kürdüm! Evet, kitapları yayınlanmış hem de basbayağı sıkı yayınevlerinde kitapları çokça baskı yaparak yayınlanmış, yayınlanan bir yazardım! Evet, ülkede ve yurt dışında birçok etkinliğe davet ediliyor, sözümü dudaktan sakınmıyordum! Ama sonuçta zerre kadar kıymeti yoktu ki bütün bunların! Ben zaten bu sahici gerçeğin uzun zamandır farkındaydım da başka da kimler bunu biliyordu ki!
Kendi anadilimde değil, bir başka halkın dilinde yazıyordum. Yazarlığımın, o Kürtçe okurların nezdinde ne anlamı vardı ki! Çünkü sonuçta Türkçe yazıyordum. Kürtçe okumak isteyenler için ne yazdığım değil, hangi dilde yazdığım önemliydi. Mazrufa değil, Zarfa bakıyorlardı!
İşte sanırım bugünkü durumda ruh halimi yansıtan en çarpıcı hali pür melal budur…
Bunu farklı şekillerde yine İletişim Yayınları arasında 2002'de yayınlanan ve şimdiye dek on baskı yapan "Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır" kitabımın 15 yıl kadar evvel Kürtçeye çevir(t)ilip yayınlanması sırasında da yaşamıştım.
Ben bir Kürdüm ama kitabım Türkçe yazılmış ve yayınlanmıştı. Aynı kitabım sanki bir başka yabancı dile çevrilmiş gibi, yine bir Kürt tarafından benim ana dilim Kürtçeye çevrilmiş yayınlanıp basılmış ve elime tutuşturulmuştu. Doğrusu gözlerim dolmuş ve gücüme gitmişti.
Düşünün bir yazar kendi anadilinde yazamasın, korku ile ürkü ile eza-cefa-ceza tehdidi ile öğretilmiş ve de öğrenilmiş bir başka dille yazsın, yapsın edebiyatını.
Sonra bir gün kitabını, yazdıklarını birileri onun ana diline çevirsin ve basılsın. Sonra o yazar o çevrilmiş kitabı eline alıp yabancı dilde yazılmış başkasına ait bir kitapmış gibi yaralı bir dil edasıyla zorlanarak okusun.
Bu, kurgu değil! Doğal ve birebir yaşanmış ruh hâli.
Şimdi bu ülkenin politikasının harcını karanlara, karar mercilerine ne demeliydim. Yarattığınız gariplikle "onur duyun" mu demeliydim, yoksa "kalıbınızdan utanın" mı demeliydim. Hoş bunları deseydim, ne değişecekti ki!
Ben şimdi bütün bu tuhaf ruh hali içinde, buruk bir yazar olarak, Türkçe yazmakla birlikte; aidiyet anlamında kendini Türkçe edebiyata ve yazın dünyasına ait hissetmeyen, ama Kürtçe de yazamayan bir garip Kürt olarak görüyorum. Bu durum sahici bir travma halidir. Belki de siyaseten beni ve benzerlerimi zaman zaman rijit kılan, tam da bu ruh halidir.
İşte ben sizlere kısa bir metin çerçevesinde, majör metinlerin içinde minör olarak nerede durduğumu dilim döndüğü ve Türkçem elverdiğince anlatmaya çabaladım.
Siz isterseniz majör çapınızla kendinizi bir Kürdün sivri uçlu kaleminin yerine koyup biraz hallice de "Kürtleşmeyi"deneyerek empati yapın ve düşünün bakalım, ne çıkacak.
*Bu yazı 7 Ağustos 2022'de yazar dostum Fırat Cewerî tarafından İsveç PEN sayfasında yayınlanmak üzere anadilde yazmak / yazamamak soruşturması üzerine istendi ve yazıldı. Yazı 15 mayıs 2023 Kürtçe Dil Bayramı gününde İsveç PEN sayfasında Türkçe, İsveççe ve İngilizce üç dil seçenekli olarak yayınlandı…