On altı yıl önce bugünler, yani Mart’ın 27 ve 28’i, ki ramazan ayının ortalarıydı… Ya 13’ü yada 14’ü…
Evde değildim. Gazeteci Yazar Jon Randal’ı Şemdinli’ye bıraktıktan sonra işim için Van’a geçmiştim ki akşam üstü Hakkari’den Fahri (Adıyaman) telefon etti;
“-Abê ..Yetiş aşağıdan karı, kız, çoluk çocuk insanlar gelmiş Çukurca’ya.”
- “Heyecanlanma”dedim. “Emin misin.?”
“-Wwêêê abê, ben ne zaman yalan demişim, sen arkadaşlarını ve gazetecileri haberdar et, diyorum.”
Aynı gece, geç saatlerde Hakkâri’deydim ve Fahri ile sabah ışığında Çukurca yoluna koyulduk. Biyadır köyü yakınlarında, Zap’ın öte yakasında 50-60 insan gördük, onlarla ilgilenemedik çünkü onlara ulaşamıyorduk, Zap’ın gümbürtüsünden de sesimizi duyuramıyorduk.
Dağdan öbek öbek inen insanlar…
Acele acele onları da fotoğrafladım, karanlığa kalmamak için hemen Hakkari’ye dönmemiz gerekiyordu.
Fahri, ‘’Yardım edelim dönmeyelim’’ dediyse de onu dinlemedim, saat 19-20 sularında Hakkari’ye vardık. İlk işim, yurt içinde ve yurt dışında tanıdığım 10 – 15 gazeteciye telefon edip durumun vahametini bildirmek oldu. Fırına 200 ekmek siparişi verdik ve uyumak için eve gittik.
Evde de telefon trafiği durmadı. O ay hayatımda ödediğim en kabarık telefon faturası gelmişti bana…
Sabah Çukurca yolundayız.
Zap’ın öteki yakasındakiler 1000 kişi civarında ama 49’dakiler 2–3 bin kişi.
Şoke olmuştuk…
O günlerdeki teknoloji, bugünkü gibi gelişkin değil. İnsanların halini görüp ağlamaktan başka elimizden hiçbir şey gelmiyor. Ayakkabımızı, çorabımızı, ceketimizi montumuzu verdik vermesine, ama yetmiyor.
Akşama doğru hepimiz soyunuk ve gözü şiş yola düştük Hakkari’ye doğru…
Sabah daha çok Hakkarili, daha çok araba, daha çok insan, daha çok ekmek ve yiyecekle yine Çukurca yolundayız. Akşama doğru İstanbul’dan gelen gazeteci arkadaşlar göründü, onlar da şokta.
Eskiden ayda, haftada, bir aracın geçtiği Çukurca yolunda artık araçtan geçilmiyordu. Yüksekovalılar, Şemdinliler, Hakkarililer, kamyonlara tıka basa doldurdukları erzaklarla, son model araçları ile çakıl ve çamur demeden hatta arka koltuklarını bile erzakla doldurarak Çukurca’ya üşüştüler.
Köprünün öbür ucu günlerce mahşer alanı gibi.
12 yıllık sevgilisi Mahcemin’i peşmerge Hamdi’ye, nişanlısı Gûlê’yi Dr. Recep’e. Spindar’lı Ezdinşêr’i amcasına, Batufanlı 7-8 yaşındaki Xunav’ı , köprünün ucunda iki gün bekleyen dul annesine teslim etmiştik.
Eskiden sevmediğim sarhoş, ayyaş ve kumarcılar birer iyilik meleği gibiydiler o günler, ama bir FİL gibi de çalışıyorlardı. (Şimdi onları her gördüğümde kucaklayıp öpmeden geçmiyorum.)
O köprünün öte yakasında bebeler dünyaya gözlerini açtı, bir entari parçasına sarılı, niye burada dünyaya geldiklerini bilemeden. Erken doğumlarla, düşükler oldu, hem de o kalabalığın içinde, annelerin gıkı çıkmadan…
Kalo’lar öldü, yüzleri cemedaniye sarılı. Pirêler fistanlarına sarılarak gömüldü. Onlarcası… Orada…
Hergün erzak verdiğimiz bir Asuri ailesinde artık aşina olduğumuz, yüzü sivilceli sarışın, boynunda zincirli bir haç bulunan güler yüzlü 18–19 yaşlarında bir kız çocuğu bizi yemeğe davet etti. Biz içimizden erzaklarını tüketmeyelim diye teşekkür ederek, tok olduğumuzu söyledik.
Kız ısrar etti ve peşinden:
“-Enver Amca, biz Hıristiyan olduğumuz için, yemeğimiz içinize sinmiyor değil mi?” demesi beni can evimden vurmuştu.
“-Enver amca ben mahsus öyle söyledim ki, sen kızıp gelip bizimle bir lokma yiyesin diye.”demişti.
Yüzlerce öğretmen, mimar, mühendis, eczacı, doktor, memur, işçi ve köylü…
Bir ceket, bir pantolon ve bir entari, çoluk çocukları ile birlikte bu dağ başlarında, yiyeceksiz, susuz, sabunsuz, yataksız, yorgansız kasıksız, günler geceler geçirirken, rüyalarında hep dört duvardan oluşan, sıvasız bir oda bile onlar için lüks görünüyordu…
Ama İslam âleminden çıt yok.
Orada olduğumuz 45–50 gün içinde bir Müslüman ülkesinden bu Müslümanlara değil bir ekmek bir bisküvinin geldiğini görmedik, gören de olmadı. O günler ABD dışişleri bakanı James Baker helikopterle Çukurca’ya geldi.
Baker, insanlara yaptığı konuşmasında;
“-Merak etmeyin aç kalmayacaksınız. Bugün yarın uçaklarımız size havadan erzak atacaktır.”
“- Sayın bakan, sayın bakan… Biz evimizi barkımızı sizin vereceğiniz bir lokma çörek için terk etmedik. Evimizde yiyecek bir lokma ekmeğimiz vardı ama bunu kana bulayıp bize yedirmeğe çalışıyordu zalim Dehâklar… Medeni ülkeler bizim halimizi görüp, özgürlüğümüzü düşünsünler yeter. Sizden de bunu bekliyoruz…”dedi.
Baker Bamerni’nin bu sözlereine karşılık;
“-Haklısınız! Halinizi görüyoruz, yarından tezi yok güvenliğiniz için her türlü önlem alınacaktır.”demişti. Ve sonraki günlerde 36’ıncı paralelden yukarısı güvenlik altına alınmıştı.
Üçüncü veya dördüncü gecesiydi…
Yorgun ve bitkin bir halde çadırda uyumaya çalışırken - zaten hepimiz soyunmadan bir battaniyeye sarılıp uyuyorduk - Hakkârili gençlerden bir kaçı sinirli sinirli tartışıyorlardı çadır dışında.
“-Yarın U.H ile M.A. döveceğiz.”diyorlardı,
Battaniyeden çıkıp yanlarına gittim.
“-Niçin döveceksiniz?”diye sordum.
“-Bugün, ekmeğin tanesini bir Dinara satıyorlardı…”dediler.
“-Olabilir, normaldir. Yeter ki siz böyle insanları bilin ve unutmayın. Ama kavga iyi değildir.”dedim.
“-Bunlar bizim de adımızı lekeliyorlar.”diye itiraz ettiler gençler…
Hele hele, Ramazan bayramı günlerini unutamam asla…
Belki bayramda hiç tatlı yapamayan fakirler bile borç harç bir iki tepsi tatlı hazırlamış, Hakkâri’de bayram namazından sonra fakiri, zengini, herkes ama herkes şekerini, tatlısını sigarasını kapan, bulduğu araçla Çukurca’nın yolunu tutmuştu.
Çukurca’da Zap vadisinden dağların tepelerine kadar her yer gerçek bir bayram yeri, birbirini hiç tanımayan insanlar sarmaş dolaş, öpüşüyor, koklaşıyor, ağlaşıyor.
Öz anadan babadan kardeşler gibi…
***
HEYKELİ
DİKİLECEK
KÖPRÜ
Bugünkü köy hizmetleri, o günkü ismi ile YSE (yol su elektrik) teşkilatı da her vilayette olduğu gibi Köy İşleri Bakanlığı’na bağlı ama vilayetteki her türlü faaliyeti Valinin emrinde idi..
O yıllar ŞAVATA köyü ve ANAYASO şiiri ile “Şavatadan Hakkariye yol gitmezo” diye, yolun gidebilmesi için de, GENÇLİK KÖPRÜSÜ gündemde.
Evet Milliyet gazetesiyle Abdi İpekçi önderliğinde ÇILGIN ZAP’ın iki yakası devrimci gençlerin, kazma kürekle, amelelik yaparak bitirdikleri, Gençlik Köprüsü ile birleştirilmiş ve artık ŞAVATA’DAN (Şavata köyü), Hakkari’ye yol gidiyordu.
Evet susuz derelere köprü yapıldığını biliyordum, ama bu köprünün, hemen öteki yakasında IRAK vardı.
Köprünün hem etüd işini, hem de masa üstü statik hesapları ile çizim işini istemeye istemeye yapmıştım.
Zap’ın karşı tarafında bu köprüden yararlanabilecek köyler yoktu, yamacın arka tarafı ise IRAK toprakları idi. O yıllar Türkiye’de henüz İHALE FURYASI başlamamış, her teşkilat kendi işini kendi elemanları ile yapıyordu.
Bu köprünün inşaat çalışmalarında da sık sık şantiyesine uğrayıp, Zap’ta yakaladığımız azman balıklarını asırlık çınarın altında közlüyor, işçilerle bu asma köprünün buraya niçin yapıldığını konuşuyor ve hayıflanıyorduk…
Ama yapımından 20 yıl sonra, bu günlerde bu HEYKELİ DİKİLECEK köprü sekiz-on gün içinde, ZAP’ın en azgın günlerinde, yaşlı gözlerimin önünde, Zebani Saddam’ın fizik ve kimyalarından kaçan 300-400 bin Kürdü, hem de hiç ama hiç günahı olmayan çoluk çocuk kız kızan, bu köprüden, ellerini kollarını sallaya, sallaya geçtiler…
Zap’ın öteki yakasından beri yakasına aile aile, köy köy, raf raf geçerlerken ben defalarca Şantiye yerindeki o asırlık çınarın altına oturup, ağlıyor, bir taraftan da Allah’a;
İşte o günler, o çınarın altında ağlarken Fahri Adıyaman’a;
”- ULAN DEĞİL BU KÖRÜNÜN MAKETİ, HEYKELİ BİLE DİKİLMELİ HEYKELİ!”diye bağırmıştım…
Ama ne yazık ki bugün bu heykeli dikilecek köprü yok artık…
Bu köprü 300-400 bin Kürdü selamete kavuşturduktan bir müddet sonra, yine YAPANI yani DEVLET BABA TARAFINDAN; ”Gece Apocu lar geçiyor”diye, dinamitlenerek yok edildi...
YAZI İLE İLGİLİ DİĞER FOTOĞRAFLAR
Fotoğraflar: Enver Özkahraman
Düzenleme: Erkan Çapraz