Halkların Demokratik Partisi (HDP) eski Eş Genel Başkanları, Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyelerinin de bulunduğu 20’si tutuklu 108 ismin yargılandığı Kobani Davası’nın 17’nci duruşma periyodu, 1’inci gününde Sincan Cezaevi Kampüsü Duruşma Salonu’nda görüldü.
Ankara 22’nci Ağır Ceza Mahkemesi heyeti tarafından görülen davanın duruşmasına HDP’li milletvekilleri, avukatlar, tutuksuz yargılanan İmralı heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder, Özgürlükçü Çağdaş Avukatlar (ÖÇAV) üyesi ve Ankara Barosu Başkan Adayı Sevinç Hocaoğulları katıldı.
Sincan Cezaevi’nde tutulan siyasetçiler duruşmada hazır bulunurken, farklı cezaevlerinde tutulanlar ise duruşmaya Ses ve Görüntülü Bilişim Sistemi (SEGBİS) aracılığıyla bağlandı.
Duruşma öncesi Edirne F Tipi Kapalı Cezaevinden duruşmaya SEGBİS ile bağlanan HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın İran’da “ahlak polisleri” tarafından katledilen Jîna Mahsa Amini için saçlarını kazıtma eylemine siyasetçi kadınlar alkışlarla destek verdi.
Duruşma, dosyaya giren evrakların okunmasıyla başladı.
‘Bu salonda verilecek cevaplar tarihseldir’
Tutuksuz yargılanan, İmralı heyeti üyesi Sırrı Süreyya Önder, duruşmalarda vareste tutulmasına rağmen, duruşmayı yakından takip ettiğini belirtti:
Ülkede yaşanılacak olumlu ya da olumsuz durumlar bu davayla ilgili en temel etkendir. Bizler hepimiz barışın ikliminden mi faydalanacağız? Yoksa canlarımızı kaybetmeye devam mı edeceğiz? Bu salon buna cevap verilecek en büyük yerdir. O yüzden tarihseldir. Geleceğimiz söz konusu o yüzden bir kavşaktayız. Eğer kendimi bir kimlikle tanımlamam gerekseydi barış emekçisi olarak tanımlamayı tercih ederim. Mesleğiniz, sınıfınız ne olursa olsun onu onurlandıran çabadır.
‘Barış soylu bir çabadır’
Birçok sanatçı, siyasetçi ve akademisyenin bu toprakların kanamalı durumunda tek bir söz söylemeden yaşamını yitirdiğini ifade eden Önder:
Bu topraklarda kardeşlikten emin olunmadığından, yapılan işin, çekilen filmin, bir ehemmiyeti olmayacağının farkında olarak bir fark yaratmak istiyor bu insanlar. Barış çabalarını böyle tarif edebiliriz. Bizim savaştan, çatışmadan bir fayda sağlayabileceğimizi düşünmek bir vasat işidir. Bizler bu meseleye dair bir şeyler yapılması gerektiğini düşünen vicdanlı insanlarız. Eğer suya sabuna dokunmadan yaşamayı tercih etseydik, hepimiz kendi alanımızda en iyisi olurduk. Bu toprakların en malul olduğu şey kavram kargaşası. Birine ‘ne düşünüyorsun’ dediğinde karşı olduğu şeyleri sıralayarak başlar. Ya da başka bir şey üzerine tarif eder. Bunların barış, ‘terör’ kavramları ile çok yakından alakası var. ‘Terör, savaş, barış’ kavram kargaşası on binlerce insanın mahkeme kapılarında sürünmesine neden oluyor. Barış soylu bir çabadır ama ‘iyilik’ değildir. Bir hayat felsefesi olarak barışı savunmak gerekiyor.
‘Her şey savaş üzerine kurgulamışken, barış emekçiliğine soyunmak kolay değil’
Barış için birinci dereceden rol aldığını ifade eden Önder, şöyle devam etti:
Barışın ferman edilerek ilan edilmediğini deneyimleyerek öğrendik. Toplum olarak bir barış kültürümüzün olduğundan söz edemeyiz. Buradaki yargılama eğer bir barış süreci nihayete erseydi, buradaki yargılama da olmayacaktı. Sorumluluk hissediyorum, niye gerçekleşmediğinin cevabını düşünmekle meşgulüm. İslam barış dinidir diye bir nokta var ama Ortadoğu’da kardeşinin kanıyla banyo yapan milletlerle dolu. Barışın ne olduğunu bilmiyoruz, barış ahlakından bihaberiz. Evine ateş düşenler, canını kaybedenler bunun bedelini çok ağır ödüyorlar. Barış savaşın yedek lastiği değildir, olmamalıdır. Savaş cephaneliğin içinden devşirilmez. Kürt meselesi bütün Ortadoğu’nun en yakıcı sorunların başından gelir. En az 200 yıllık bir meseleden söz ediyoruz. Öyle bir mesele ki bu topraklarda 5 kuşağın tarumar olmasıyla bağlı. Bu coğrafyanın 200 yılında iki kez barış teşebbüsü olmuş. Her şey savaş üzerine kurgulamış bir durumdayken, barış emekçiliğine soyunmak kolay değil. 200 yıldan sonra 3’üncü kez barış için bir araya geldik. İyi mi yaptık, kötü mü? Bunu da barış masasının devrilmesiyle ülkenin durumundan görebiliriz.
‘Türk’ün endişesi, Kürt’ün haysiyetini birlikte zimmetleyebilirdik’
Barış sürecinde ülkenin çoğunluğu olmasa bile toplumun birçok kesiminin “Êdî bese” dediğini anımsatan Önder:
Barış bilinci derken, doğal olarak en az iki kişiden söz ediyoruz. İki tarafından ölmek ve öldürmekten başka bir yolun olup olmadığını sorması lazım. Çözüm sürecinden önce her şey bu sorunun sorulmasıyla başladı. Hatta MGK’da bu sorunun sorulmasıyla süreç başladı. Kürt hareketinde ortak vatan ortak gelecek için çatışmasızlık iradesi oluştu. Devlet kanadında ise, savaşı besleyen paradigmanın en önemlisi bertaraf edildi. Bundan vazgeçildiği söylendi, siyasi hayatıma mal olsa da bir çözüm söylemi oluştu. Buna irade demek imkânsız bugünden bakınca. Dönemin adalet bakanı ben ve Selahattin Bey ile konuştu, ‘sizin tercümanlığa ihtiyacınız var’ dedi. Arada bir kavram farkı vardı. Bu süreçte rol aldık, hala dilimizi acılaştırmıyorsak, buna olan imanımızdan ve inancımızdandır. Ömür boyu bu millet kan dökmeyecek, bir gün oturacak helalleşmenin zeminini arayacak. Ama yaşadıklarımızı ve söylediklerimizin hepsini geçirdiğim bir süzgeç var. İlerde olası bir şeyi kesmemek, iki barış emekçiliğine soyunacak olan insanlara taş yağmurundan korunacak bir baret vermek. Ben dahil bu dosyada yargılanan hiçbir arkadaşımız ne savaş çağrısı yaptık ne de şiddet çağrısı yaptık. Bu dosyadaki herkes demokrasi iradesi gibi çöken barış iradesinin altında kaldı. Devlet heyetiyle yaptığımız ilk görüşmede mutabık kaldığımız ilk şey; ‘mağlubu olmayan bir şey inşa etmek zorundayız.’ Türk’ün endişesini, Kürt’ün haysiyetini birlikte zimmetleyebilirdik, ama yapmadık.
‘Barış kavramını halklaştıramadık’
Barış mücadelesini daha ciddiyetle ele alınması gerektiğini dile getiren Önder, karşılıklı iyi niyet adımlarıyla bu sürecin gelişeceğini umduklarını ve bunun da bir hata olduğunu kaydetti. Önder, şunları söyledi:
Barış kavramını halklaştıramadık. Aşağıdan barışı örgütlememiz lazımdı. Savaş paradigmasını iki yılda kurutmamız bekleniliyordu ama başaramadık. Her yerde pusuda bekleyenlerin pusularını zamanında göremedik. Buna rağmen çıkan sorunlara müdahale ettik ama gücümüz nereye kadar yettiyse. Barış mücadelesini zehirleyen ortama müdahale etmeliydik ama buna da gücümüz yetmedi. Barışı hakkıyla örgütleyemedik, anladık ki iki tarafın iyi niyet bir tutum almaları bu süreci geliştirmeye yetmiyor. Bunun bizim dışımızda boyutları vardı. Ortadoğu’da etkisini sürdürenlerin ajandalarında barış yoktu. Ülke içerisinde darbeci güçler barışı sabote etmek istediler, bunu zamanında anlatamadık. Sorunlar ve tıkanmalar karşısında bir malzememiz yoktu. Tıkanmalar ve aksamalar karşısında kendi içtihat yaratarak yürüyen bir süreç vardı. Devlet ve hükümet yetkililerini kastediyorum. Bizim için hayati olan şey muhataplarımız için değildir. Hepimiz bugünü biliyorduk ama muhataplarımızın umurunda değildi.
‘Başka bir yol mümkün dediğimizde savcının karşısında buluyoruz kendimizi’
Bu ülke bir gün bile gün yüzü görmedi. Bu ülkede birkaç çete yüzünde yoksulluğa düştü insanlar. Bu ülkede insanlar kapağın başka yere atılması haline geldi. Başka bir yol mümkün dediğimizde savcının karşısında buluyoruz kendimizi, bizi bir tek savcı dinliyor. Ülke bölündü diyemiyorlar, ülke kutuplaştırıldı diyorlar. Neyle suçlandığımı anlamak istiyorum, 12 Eylül’de yargılandım, mahkeme tecrübem yabana atılacak gibi değil ama bunda bağlantıda güçlük çekiyorum. Biz bu milleti barışa azmettiremedik, şiddete nasıl azmettirdik anlamadım.