İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak Ve Uzay Bilimleri Fakültesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü öğretim üyesi Mikdat Kadıoğlu, Dünya Çevre Günü nedeniyle DW Türkçe’nin sorularını yanıtladı.
Türkiye’nin en büyük çevre sorununun fiziki olmadığını, bir zihniyet sorunu olduğunu anlatan Kadıoğlu, hükümetin ve yerel belediyelerin kendi eksikliklerini iklim değişikliğine bağladığını söyledi.
Afet Kanunu’nuna göre kuraklığın resmen bir afet sayılmadığını belirten Kadıoğlu, geçen yıl yaşanan orman yangınları ile ilgili de "Kurumlar birbirleri arasında çalışma yapsalar bu yangınlar olmayabilirdi" dedi.
Türkiye’de afet yönetimi ve meteoroloji konusunda tanınan uzmanlarından Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu’na yönettiğimiz sorular ve yanıtları şöyle:
DW Türkçe: Dünya iklim değişikliği ile büyük bir mücadele içerisinde. Çevre sorunları artık hükümetlerin öncelikli sorunu. Türkiye’de de sizce böyle mi? Günümüzde Türkiye açısından yaşadığımız en büyük çevre sorunu sizce nedir?
Mikdat Kadıoğlu: En büyük çevre sorunumuz zihinsel kuraklık. Samimiyetsizlik. Çevre problemleri dünyanın her tarafında belli ama Türkiye’de çözüme yaklaşımda sorun yaşıyoruz. Topu tacı atıyoruz. Dünyanın her yerindeki eski kentlerde "kent selleri" artarak yaşanıyor. Eski kentlerdeki altyapı bu selleri kaldıramıyor. Ülkeler seller karşısında kapasite artırmaya çalışıyor. Türkiye’de de aynı sorun var. Bizde kapasite geliştirme yok. Aşırı bir yağış olduğunda bütün caddeler, sokaklar dere oluyor. Sular en çukur yerlerde birikiyor. Mazgal bile yapılmıyor. Sonra suçu iklim değişikliğine atıyoruz. Bu da bizi çözümsüzlüğe götürüyor. Dünyanın en büyük çevre sorunu kent selleri. Yağmur suları caddelere vermemek gerekir. Bizde çatıdan gelen yağmur suları direkt sokağa veriliyor. Yağmur suyu şebekesi kurulup oraya verilmesi gerekiyor. Kimse "Çatıdan gelen suları yola vermememiz gerekiyor" demiyor. Zihinsel olarak olayı anlamış değiliz. Yeşil aklama yapıyoruz. Kentsel alt yapıdaki tüm eksiklerimizi, yapmadıklarımızı iklim değişikliğine atıyoruz.
İklim değişikliğinin sonuçlarını toplum olarak nasıl yaşıyoruz?
Aşırı iklim olayları artıyor. Yağışın görülmediği dönemler sıklaşıyor. Sıcak geçen günlerin sayısı yükseliyor. Türkiye’de afetler kanunla belirlenmiş durumda. 7269 sayılı kanun. Kuraklık kanuna göre afet sayılmıyor. Sıcak hava dalgaları afet olarak geçmiyor. Türkiye’de henüz bilinmeyen bir afet, bu sıcak hava dalgaları. Kışın donan insanlara devlet yardım ediyor ancak yazın sıcaktan yananlara bakılmıyor. Sıcak hava dalgaları nedeniyle 2003 Ağustos ayında Fransa ve İspanya’da 35 bin kişi öldü. Türkiye’de kimse ölmüyormuş gibi duruyor ama Türkiye’de bunun kaydı tutulmuyor. Hastanelerde yaz aylarında artan ölümler olduğunda bunlara bizim hastaneler sıcak hava yazmıyor. Kalp yetmezliği organ yetmezliği vs yazıyor.
Türkiye’de bunun adı bile yok. Sıcak hava dalgaları olduğunda özellikle üst katlarda yaşayan obez, yaşlı, hasta ve de çocuklar bunlardan çok etkileniyor. Batı’da böyle dönemlerde halka su dağıtılıyor, soğuk noktalar oluşturuluyor. Belediyeler yaşlıların evine klima koyuyor. Nasıl ısıtma yardımı varsa soğutma yardımı da yapılıyor. Amerika’da var bu. Türkiye’de adı bile yok.
Türkiye'nin kuruyan gölleri toprakları
Türkiye’de geçen yıl Cumhuriyet tarihinde benzeri görülmemiş yangınlar meydana geldi. Sizce bu yangınlar neden kısa sürede söndürülemedi? Hükümet yangınları söndürme noktasında ne gibi hatalar yaptı?
Orman teşkilatında ormancıdan başkası çalışmıyor. Meteoroloji mühendisi yok. Mevsimsel orman yangını tahmini yapılması gerekiyor. Geçen yılki yangınlar kışın yağışlardan tahmin edilebilirdi. Kışın yağış olmadıysa sıcaklık yazın daha fazla olacak demektir. Kurumlar birbirleri arasında çalışma yapsalar bu yangınlar olmayabilirdi. Bir önceki yıl kuraklık oldu. Yağış çok azdı. Yangınlar da çok oldu.
Uzun vadeli hava tahminleri yapılmalı. Buna göre bütçeler ayrılmalı. Meteoroloji sıcaklık ve nem olaylarını analiz ederek yangınları 3-5 gün önceden tahmin edebilirdi. Bu önceden belirleyebilseydi o bölgelere takviye güç sevkedilir, ormana girişler yasaklanabilirdi. Risk yönetimi mantığı yok. Biz de dereyi görmeden paçayı sıvamıyorlar. Dumanları görmeden hareket geçilmiyor. Önceden riski görüp hareket etmek yok, Türkiye'de.
Uzun vadeli riskleri görmek gibi bir alışkanlığımız da yok. Kimsenin konuşmadığı, küresel iklim değişikliği ile birlikte bazı hastalıklarda artış olacak. Sıtma, kırım kanamalı kongo ateşi gibi, hayvanlardan insanlara geçen hastalıklarda tropik kuşakta olduğu gibi Türkiye’de de bir artış olacak. Sağlık Bakanlığı’nın bunu şimdiden görüp üniversitelerle işbirliği yapması lazım. Bunları da yapmıyoruz. Hep konuşuyoruz. Sadece konuşuyoruz.
Akdeniz ormanları yanıyor yine gidip yanıcılığı yüksek sarı çam dikiliyor. Neden? Çünkü hızlı büyüyor, hemen yeşilleniyor. Artık dünyada karışık tür dikiliyor.
Türkiye iklimle mücadele konusunda dünya ülkelerinin attığı en önemli adımlardan biri olan Paris İklim Anlaşması’na 2016’da taraf oldu. Ekim 2021’de de anlaşma Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Türkiye’de özellikle çevre konusunda mücadele eden sivil toplum örgütleri, yaşam savunucuları bu anlaşmaya büyük umut bağlamıştı. Sizce hükümet atması gereken adımları attı mı?
Paris Anlaşması’nı imzaladılar ama o biraz da yeşil kredilerden para almak için gibi geliyor bana. Yoksa ben çok fazla bir samimiyet görmüyorum. İklim değişikliğine, iklim bilimine uygun davranışlar görmüyorum. Gidiyorlar su olmayan Konya’da teşvikler veriyorlar. Türkiye’nin ulusal ve uluslararası politikaları uygun değil.
Karadeniz’de yapılan tesisler, binalar… İklim hiç değişmemiş gibi davranıyorlar. Samimiyet yok. En iyi proje sıfır atık projesi. Başka da bir somut adım görmüyorum.
Devlet kuraklık konusunda nasıl bir yol haritası çizmeli?
Kuraklık bir kere resmen afet değil. Önce bu düzeltilmeli. Afet kapsamına alınmalı. Kuraklıkla mücadele konusunda, özellikle büyük kentlerde suyu idare yöntemini "Boruyu döşeyelim abi" mantığı ile hareket ediyor. Su yönetim mantığı yok. Bir kere su yılı diye bir kavram var. Nasıl mali yıl varsa su yılı da var. Bütçe nasıl hazırlanıyorsa su yönetimi de yapılmalı. Su da para kadar kıymetli. Ancak Türkiye’de belediyeler arasında su bütçesi planı yapan yok. Su ezbere yönetiliyor. Yeraltı suları takip edilmiyor. Toprağın nemi bilinmiyor. Ne kadar yağış olmuş, daha ne kadar yağış olacak bilinmiyor. Mevsimlik tahminlerden kimsenin haberi yok. Su izlenmiyor. Havasıyla, buharlaşmasıyla bütüncül olarak su izlenmesi yok.
Her yıl 1 Ekim su yılında su bütçesi yapılıp devreye sokulmuyor. Her belediye il ilçe kuraklıkla mücadele planı yok. Kuraklık olduğunda su nereden, nasıl kesilecek bunun planı yok. Su yok ama belediyenin araçları meydanları yıkıyor. Sorduğunda bu kuyu suyu deniliyor.
Bir kere belediyelerin gelişim planları yok. Sonsuza kadar gelişecekmiş gibi halleri var. Kentlerin su havzası var, bir kapasitesi var. Talep çok arz yetmiyor. Tüm kentlerde arz talep dengesini sağlayacak bir planlama yapılmalı. Belediyenin kaç milyonluk bir nüfus olacağını bilmesi, bütçesini yapması lazım. Ne kadar su tarımda gidiyor, ne kadarı evlere gidiyor. İklim değişikliği ile birlikte sular nasıl değişecek. Önlerini de görmüyorlar. Türkiye’de ayrıca İstanbul, Melen’den suyu getiriyor. Çok büyük elektrik enerjisi harcıyor.
Belediyelerin, hükümetin iyi bir su yönetimi için neler yapması gerekiyor?
Devlet Su İşleri’ne (DSİ) göre, Türkiye’nin 112 milyar metreküp suyu var. DSİ’nin 2023 projeksiyonuna göre de 112 milyar suyun 112 milyar metreküpünü kullanıyor olacağız. Kaç yıldır suyun yarısını kullanırken dahi su kıtlığı yaşıyoruz. Su stresindeyiz. 2023’ten sonra her yağmur damlasını toplamamız gerekiyor. Suyun bir kısmını heba etme lüksümüz kalmıyor. Yağmur suyunu toplamamak en büyük sorunlardan biri olacak. Yeraltı suyunu da besleyemiyoruz. Kentlerde betonlaşma nedeniyle sular toprakla buluşamıyor.
Yerel politikacıların baskısı ile ulusal çıkarları gözardı ederek tropikal bitkiler de ekmeye başladık. Avokado gibi şeyler. Türkiye’nin her yerinde yaygınlaştırmaya çalışıyor. Günübirlik kar etmek için. Sonra su yok deniliyor. Tropik ülkesi miyiz biz, neden yetiştiriyoruz? Yeraltı suları 400-500 metreye indi. Suyun yüzde 70’i tarımda kullanıyor. Tarımda yapılacak yüzde 10 tasarruf bile herkese yetebilir.
Atatürk Barajı gibi dev barajlar yapmışız ancak çiftçiyi eğitmemişiz. Hâlâ çiftçi tarlaya ne kadar su dökülürse o kadar verimli olacağını düşünüyor.
Tarım ürünleri çürüyüp çöpe atılıyor. Bunlar da su kaybı demek.
İhraç ettiğimiz tekstil ürünleri Türkiye’nin su açığına neden oluyor. Sattığımız mallarla aldığımız mallara bakınca su ayak izi bizim aleyhimize. Örneğin 1 kilogram pamuk 12 top su demek. Biz pamuk ihraç ediyoruz. 1 ton pamuk alıyor ama aslında 12 ton suyu bedava alıyor. Eskiden İngiliz kumaşı vardı meşhur. Artık o kalmadı. Çünkü su yok. İngilizler tekstilden çıktı. Bizim gibi ülkelerden alıyorlar. Su bitince de iklim değişikliği diyoruz.
Avrupa’da birçok ülkede çeşmelerden su içilebiliyor. Ancak Türkiye’de özellikle büyükşehirlerde böyle bir alışkanlık yok. Örneğin İstanbul’da su içilebilir mi?
İstanbul’da su arıtılıyor. İçme suyu kalitesinde su var ancak kullanma suyu olarak kullanılıyor. İstanbul’da su idaresi en az 40 değişik noktada suyun kalitesi numune alarak ölçüm yapıyor. Böyle bir kontrol, satılan hiçbir suda yok.
Binaların kendi şebeke ve depolarında sıkıntı yoksa, evin, apartmanın tesisatı temizse İstanbul’daki çeşmelerden akan su içilebilir.
İstanbul’da o kadar masraf yapılıp dışarıdan getirilen su, kullanma suyu oluyor. Kullanma suyu olan yağmur suyu kullanmıyor kanalizasyona veriliyor. Sonra ortalık plastik çöpe dönüyor.
Güneydoğu'daki kuraklık gıda fiyatlarını daha da artırabilir
Özellikle kentlerde afetler konusunda belediyeler neler yapmalı?
Kentlerde afet denince herkesin aklına deprem geliyor. Deprem denilince de kağıt üzerinde planlar akıllara geliyor. Türkiye Afet Müdahale Planı'na benzer şeyler akıllara geliyor. Bunlar kağıt üzerinde kalıyor. İstanbul’da yıllardır bina stoğunu inceleyip inceleyip duruyoruz. En son sayı belirlendi, 55 bin binanın yıkılması gerektiğini biliyoruz. Eğer bir deprem olursa 55 bin bina yıkılacak. Afet yönetimi insanları enkaz altından çıkarmak değildir. 55 bin binayı 50 bin binanın altına düşürmektir.
Biz şu anda kağıt üzerinde arama kurtarma birlikleri kuruyor, arama kurtarma köpekleri yetiştiriyor, çadırlar buluyor, planlar yapıyoruz. İnsanlar afet anında binanın altında kalacak ve biz nasıl insanları enkaz altından kaldırırız planları yapılıyor. 55 bin binanın yıkıldığı bir yerde dünyanın neresinde olursa olsun afet yönetimi olmaz.
Kentsel dönüşüm rantsal dönüşüme dönüştü. Müteahhitlerin kar edebileceği yerlerde yapılıyor. Normalda çürük evlerde yaşayan yerlerde dönüşüm olamadı.
55 bin bina yıkılması için devlet gerekirse borçlanacak vs. ama çare bulunacak.