AİHM kararlarını geciktirmek olumsuz bir durum

Abdullah Gül Alman radyosu ARD'ye verdiği röportajda AİHM kararlarının uygulanmamasının Türkiye'nin imajı açısından olumsuz bir durum olduğunu söyledi,

Uzun süredir sessizliğini koruyan 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Alman Radyosu ARD’nin İstanbul muhabiri Christian Buttkereit’in Türkiye’nin Avrupa Birliği ve Almanya ile ilişkileri hakkındaki sorularını yanıtladı. Söyleşinin tam metnini kendi internet sitesinde yayınlayan Abdullah Gül, AİHM kararlarının geciktirilmeden uygulanması gerektiğini söyledi.

Abdullah Gül'ün sorulara verdiği yanıtlar şöyle: 

Almanya Şansölyesi Merkel önümüzdeki hafta son kez bu sıfatıyla AB Zirvesi’ne katılacak ve görev süresi sona erecek. 16 yıllık bir süreyi tamamlıyor, siz Dışişleri Bakanı, Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak Merkel’in süresiyle kesişen bir lidersiniz. Sayın Merkel ile görev yapmak, beraber çalışmak nasıldı? Ortak anılarınız veya izlenimleriniz var mıdır?

Sizin de söylediğiniz gibi Sayın Merkel’le geçmişte çeşitli vesilelerle birçok kez bir araya geldik. 2002 yılında iktidara geldikten sonra, önce Başbakan, Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak kendisiyle resmi veya gayrı-resmi toplantılarım oldu. Birbirimizi yakinen tanımış olduk. Sayın Merkel’i Avrupa’nın son dönemdeki en önemli siyasetçisi ve lideri olarak görüyorum. Çok önemli ve başarılı bir siyasetçinin veda zamanının geldiğine kanaat getirip görevinden ayrılmasını takdirle karşılıyor, önemli buluyorum. Umarım arkada bir boşluk oluşmaz, çünkü son on yıl içinde Avrupa’da lider eksikliğinin hissedildiği bir dönemde Merkel bütün Avrupa’ya liderlik yapmış önemli bir şahsiyetti.

Karşılaşmalarınızda birtakım anılarınız var mı?

Birçok ikili görüşmemiz oldu. Uluslararası toplantılarda da bir araya gelip küresel meseleleri tartışma imkânımız oldu. Kendisini dürüst, samimi, ucuz popülist oyunlara ve hilelere girmeyen bir lider olarak gördüm. Bu anlamda farklılıklarımızı rahatlıkla konuşabildiğimiz, güven mesajlarını karşılıklı verebildiğimiz bir ilişki ortaya çıktı. Görüşmelerimiz hep olumlu bir atmosferde geçti. Kendisini bütün gerçekleri dikkate alan, realist, sakin düşünebilen, atılan adımların ilerisini düşünen, heyecan, öfke ve kinle hareket etmeyen bir lider olarak gözlemledim.

Sayın Merkel ile iletişimde olduğunuz sürede Türkiye’nin AB üyesi olması için sizin de büyük bir çaba içinde olduğunuz bir süreç vardı, fakat Merkel Almanya’nın frene basacağını, üyelik yerine imtiyazlık ortaklık teklifini ileri süreceğini savundu ve Türkiye’yi engelledi. Bu sizde küskünlük veya Merkel’e karşı kızgınlık yarattı mı?

AB üyelik hedefimiz bütün Türkiye’nin ve siyasi partilerin ortak hedefiydi. AB’ye tam üye olmanın amacı da Türkiye’nin standartlarını her açıdan yükseltip, insan hakları konusunda ileri, güçlü ekonomiye sahip bir ülke olmaktı. Bu çerçeve içerisinde müzakerelere başladık. Muhafazakâr bir Alman siyasetçi olarak Merkel, Türkiye’nin üyeliği hususundaki görüşlerinin belirttiğiniz şekilde olduğunu söyledi, fakat aynı zamanda uluslararası ilişkilerde önemli bir ilke olan ahde vefayı da benimsediğini, Türkiye bütün şartları yerine getirirse söyleyecek bir şeyi olmayacağını da dile getirdi. Merkel, Sayın Sarkozy veya diğer Avrupalı siyasetçiler gibi ikili bir oyun içerisinde olmadı.

Uzun süredir Türkiye-AB ilişkileri duraklama dönemi yaşıyor. Geriye dönük baktığınızda imtiyazlı ortaklık teklifi ciddi bir şekilde değerlendirilmeliydi, kabul edilmeliydi diyebiliyor musunuz?

Bizim AB ile ilişkilerimiz her hâlükârda, nasıl olursa olsun AB’nin herhangi bir üyesi olmak amacını taşıyan bir ilişki değildi. Bizim için en büyük amaç, Türkiye’yi hukuk, demokrasi açısından AB standartlarını yakalamış, hayata geçirmiş bir ülke yapmaktı. Türkiye, Norveç, İngiltere gibi AB’ye üye olmayıp aynı standartlara sahip, kendini her açıdan geliştirmiş ve kendi halkını en geniş özgürlükler, demokratik haklarla buluşturmuş bir ülke de olabilirdi. AB’ye tam üyelik hedefimizin esas amacı buydu. Avrupa Birliği üyeliği bu amacımız için bir araçtı. AK Parti’yi kurarken, hükümet programlarını oluştururken siyasi görüşüm açısından en önem verdiğim husus, çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’nin ileri demokrasi ve insan hakları standartlarını yakaladığını dünyaya gösterebilmekti. Bunun Türkiye’yi güçlendireceğine, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan bir ülkenin yüksek demokrasi ile insan hakları standartlarına sahip olmasının da bütün İslam dünyası için de ilham kaynağı olacağına inanıyorduk.

Tam üyelik hedefinden şu anda geriye kalan nedir?

Şartlar çok değişti. Hem Türkiye hem Avrupa değişti. Siyasi iradelerin çok farklı öncelikleri var.

Mevcut hükümetin tam üyelik hedefi hala dillendiriliyor, öte yandan Avrupalı bazı komşularla gerilimlere varan bazı uyuşmazlıklar söz konusu. Türkiye’nin tam üyelik hedefi ne kadar samimi?

Tabii ki hükümet tam üyelik niyetini belirtiyor, bunun için uğraşıyor. Fakat bu noktaya gelinmesinde karşılıklı olarak hatalar var. Hem AB’nin hataları var hem de Türkiye’nin içinde bulunduğu durum var. Bu durumun en büyük sebeplerinden birisi Kıbrıs meselesidir. Kıbrıs’ta 2004 yılında Annan Barış Planı Rumlar tarafından reddedilip, Türkler tarafından kabul edilmesine rağmen Güney Kıbrıs’ın AB’ye üye kabul edilmesi büyük bir hataydı. Bu üyelik, AB prensiplerine de aykırıydı, çünkü sınır meselelerini çözmeden bir ülkenin AB üyesi olması söz konusu olamazdı. Bu ilkeyi AB göz ardı etti ve Güney Kıbrıs’ın tam üye yapılmasıyla Kıbrıs sorunu AB’nin içine taşındı. Böylece bu sorun girift bir hale geldi. NATO 60. Yıl Zirvesi’nde bunun bir hata olduğunu tekrarladığımda Sayın Merkel de bunun bir hata olduğunu çok samimi bir şekilde herkesin içinde kabul etti.

Bir Almanya ziyareti öncesinde bir Alman gazetesine verdiğiniz söyleşide sarf ettiğiniz “Türkiye, AB’yi tekrar şahlandırabilir. Türkiye tam üyelik hedefinden vazgeçmemelidir” ifadeniz ile tam olarak ne demek istediniz? Detaylandırabilir misiniz?

AB müktesebatını üstlenmiş bir Türkiye her açıdan farklı bir ülke olacaktı. Önce böyle bir Türkiye’yi hayal etmek gerekir. 80 milyonluk, yapılacak çok işi olan, Maastricht ve Kopenhag kriterlerini benimsemiş bir Türkiye çok farklı olacaktı. Böyle bir ülkenin AB’ye katkısı da ekonomi ve siyaset başta olmak üzere her açıdan çok farklı olacaktı. Böyle bir Türkiye, AB için de vazgeçilmez bir değer olacaktı. Ben zamanında Sarkozy, Merkel ve diğer liderlere müzakerelerin tamamlanmasının önünü kesmemelerini, Türkiye’nin fasılların hepsini üstlenmesi gerektiğini belirttim. Nihayetinde komisyon Türkiye’nin bütün şartları yerine getirdiğine kanaat getirirse, isterseniz referanduma gidin ve üyeliğimizi yine reddedin demiştim. Fakat inanıyordum ki böyle bir Türkiye ile bütün Avrupa ülkeleri beraber olmak isteyecekti. O dönemde hükümetin reform iradesi ve en zor fasılları bile üstlenmek konusunda arzusu çok güçlüydü. Başbakan Erdoğan’ı ve bütün kabine üyelerini Cumhurbaşkanı olarak çok teşvik ediyordum. Reform konusunda hükümetimiz kararlıydı. Ne yazık ki Sarkozy liderliğindeki Fransa ve Rumların fasılları dondurmaları, büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Sayın Sarkozy ve Sayın Merkel’e AB hukuku ile ekonomik kurallarını uygulayan güçlü bir Türkiye’nin Avrupa şirketleri için de faydalı olduğunu, bu durumun Avrupa ekonomisine yarar sağlayacağını söylemiştim. Zira Avrupa’da yeni yapacak yol, baraj, havalimanı yoktu, fakat Türkiye hala büyük yatırımlara elverişli bir ülkeydi. Bunları söylediğimde Sayın Merkel anlayış gösteriyor ve ahde vefa ilkesini vurguluyordu. Ancak, Sayın Sarkozy’nin belirli fasılları bloke etmesi, Rum-Yunan ekolünün arkasına sığınması birçok fırsatı geri çevirdi ve Türkiye’de bu durum tepkiyle karşılandı.

Türkiye’yi hangi noktalarda hatalı görüyorsunuz?

AB’nin bu tavrını görünce, TBMM üyelerine ve hükümete bir Cumhurbaşkanı olarak, AB müktesebatını kendi irademizle üstlenmemiz gerektiğini, reformcu niteliğimizi kaybetmeden çalışmaya devam etmemizin elzem olduğunu, bunun neticesinde güçlenecek Türkiye’nin AB için de daha cazip olacağını belirtmiştim. Kendi irademizle AB kurallarını fasıl fasıl iç mevzuatımıza yansıtmayı ve AB standartlarını yakalamayı beceremedik. Türkiye’nin noksanlığı da bu oldu. Zamanında çok açık bir şekilde, basın toplantılarında da Türkiye’nin NATO üyesi olan, fakat AB üyesi olmayan Norveç gibi olabileceğini, fasılların resmen açılıp kapanmasının sembolik olduğunu, önemli olan fasılların içeriğini bir ülkenin gerçekleştirmesi olduğunu ifade etmiştim. Türkiye olarak neyi yapmamız gerektiğini biliyorduk. Bu iradeyi göstermemiz gerekiyordu, böylece Türkiye çok güçlü bir ülke olacaktı. Bunu yapamadık.

Türkiye-AB sürecinin soğuduğu dönemlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın rolünü nasıl görüyorsunuz? Yapıcı mı yoksa uzaklaşmaya katkı sağladı mı?

Beraber olduğumuz süreçte Sayın Erdoğan da güçlü bir şekilde AB sürecini destekledi.

Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefi şu anda da stratejik hedef olarak belirtiliyor. Türkiye bu bağlamda, AİHM kararlarına uyarak Kavala, Demirtaş’ı serbest bırakmalı mı? Avrupa Konseyi bu kararlara uyulması yükümlülüğü olduğunu belirtiyor.

Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu ülkesi, AİHM’e hâkim veren bir ülke ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini en erken onaylayan ülkelerden birisi. AİHS m. 46, sözleşmenin taraflarının kesinleşen mahkeme kararlarına uyması gerektiğini belirtmektedir. Hatta, AK Parti hükümetinin ilk yıllarında, 2004 yılında bir anayasa değişikliği yaptık. Bu değişiklik sonucunda, Anayasamızın 90. Maddesi gereği temel insan hak ve özgürlüklerine ilişkin uluslararası sözleşmeler kanunlarımızın üstünde tutulmaktadır, bunlarla ilgili Anayasa Mahkemesi’ne gidilememektedir. AİHS hükümleri anayasamız gereğince kanunlarımızın üstündedir, bu nedenle AİHM kararlarını uygulamak mecburiyetindeyiz.

AİHM’in bazı kararlarına uymakta Türkiye direniyor. Bu Türkiye için bir imaj sorunu oluşturmuyor mu?

Bu konuda açıklamalarım var. AİHM kararlarını geciktirmeden uygulamak gerektiğini her zaman belirttim. Uzun milletvekilliği dönemimde 10 sene Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nde milletvekilliği yaptım, bu kapsamda AİHM’e hâkim seçtim, bu süreçleri çok iyi bilen biriyim. Dışişleri bakanı olduğum dönemde, AİHM kararlarıyla ilgili bazı tazminatları ödemek durumunda kalan biri olarak teknik kısmına da hâkim biriyim. Türkiye imajı açısından da şüphesiz olumsuz bir durum, fakat hepsinin bir süreç içerisinde gerçekleşeceğini de tahmin ediyorum.

Sayın Wullf ile Türk-Alman dostluğu için çok çaba harcadınız. Mesut Özil’in Milli Takım’da olmasının ne kadar olumlu olduğunu dile getirmiştiniz. Wullf da iki halkı birleştiren hususların ayrıştıran hususlardan fazla olduğunu belirtmişti. Bugün Türk-Alman ilişkilerinin limoni olduğu aşikâr, bunun sebebi nedir?

Bugün Türk-Alman ilişkileri olması gereken seviyede değil. Türk-Alman ilişkilerinin çok özel olması gerekir, çünkü beş milyona yakın Türk Almanya’da yaşıyor, büyük bir kısmı Alman vatandaşı. Bundan seneler sonra da Türk asıllı Alman vatandaşı olarak kalacak. Aralarında çok başarılı sanatçılar, iş insanları, bilim insanları, sporcular var. En son Biontech aşısını bulan Özlem Türeci ve Uğur Şahin nezdinde de bu durumu gördük. Duyunca çok gurur duydum, hemen arayıp tebrik ettim. Wulff’ın daveti üzerine gittiğim Almanya ziyaretimde onlarla tanışmıştım, aradığım için de çok mutlu oldular. Bütün bunlar gurur verici. Karşılıklı çıkarlarımız, büyük ekonomik yatırımlar var. Türkiye’de her köyde bir Alman hatırası var. İlişkilerimiz halklar arası bir ilişkiye dönüşmüştür. Bu nedenle iki ülke arasında güçlü ilişkiler için önemli bir zemin bulunmaktadır. Ümit ederim ki ikili ilişkilerimiz en kısa sürede arzu edilen seviyeye gelir.

Şu anda sizce Türk-Alman ilişkilerinin arzu edilen seviyede olmamasının sebebi siyasetçiler mi?

Tabii ki siyasi iradelerden kaynaklanıyor. Nihayetinde iki ülke arasındaki bir iklimi, atmosferi karşılıklı olarak siyasetçiler oluşturur. Türk-Alman halkının ilişkileri oldukça yoğun, beş milyon Türk’ün 50-60 senedir sıkıntılı durumlara rağmen Alman toplumuna entegre olmuş bir şekilde yaşaması çok önemli. Almanya’da herkesin gurur duyduğu Türk simalar var. Mesut bıraktı ama İlkay ile Emre Can halen Alman Milli takımında oynuyor. Sinemacılar, iş insanları var. Cem Özdemir gibi bir zamanlar Yeşiller Partisi’nin genel başkanı olmuş siyasetçiler var. Karma evlilikler var. Bütün bunların hepsi sağlam bir zemin oluşturuyor. Bu limoni ilişki durumunun geçici olduğu kanaatindeyim. Türkiye ve Almanya’daki liderler bunun farkında. Sayın Merkel de bunun farkında olan ve popülist bir yaklaşım içinde olmayan bir siyasetçi. Türk tarafı da Almanya’nın Türkiye için önemli bir ortak olduğunun farkında ve Sayın Cumhurbaşkanı da bu ilişkilere önem veren bir siyasetçi. Umarım ilişkilerimiz tekrardan eski iyi seviyesine geri döner.

2016’da Türkiye’de bir darbe girişimi oldu. Alman halkı ne olduğunu kavramakta oldukça zorlandı. Bu süre içerisinde kararnamelerle işten çıkartılan, tutuklanan binlerce insan oldu. Bu süreçte Türkiye kendini yeterince dünyaya ve özellikle Almanya’ya anlatabildi mi? Türkiye’nin anlaşılamamasının sebebi neydi?

Darbe teşebbüsü çok haince bir girişimdi. 300’e yakın vatandaşımız hayatını kaybetti. Darbeciler uçaklarla kendi parlamentosunu ve polis teşkilatını bombaladı. 38 polisimiz şehit oldu. Büyük bir travma yaşandı. Avrupa ve dünyada ise bu travmanın anlaşılmadığı kanaatindeyim. O zamanlar, İngilizce bir gazeteye yazdığım makaleyle Türk hükümetine yönelik eleştirilerin olabileceğini, bu eleştirilerin birçok konuda haklı da olabileceğini, fakat bunların hepsinin bir kenara bırakılması gerektiği ve demokrasi ile seçilmiş hükümetin arkasında durulması gerektiğini bütün dünyaya haykırmıştım. Bu travma, birçok dostlarımız tarafından tam anlaşılmayınca ve uzun bir suskunluk dönemi olunca Türkiye’de hükümet ve halk nezdinde Avrupa’ya ve belirli ülkelere karşı büyük bir güvensizlik oluştu.

Demokrasi ve seçilmiş hükümetin arkasında durulması gerektiğini belirttiniz, öncesinde de belirli hatalar yapıldığını söylediniz. Bu hatalar nedir?

Birçok ülke Türkiye’yi eleştiriyor. Türkiye’nin noksanlıkları olabilir. Fakat böyle bir darbe teşebbüsü karşısında darbeyi lanetlemeleri ve hükümetin yanında durmaları gerekirdi, sonrasında eleştirilerini tekrardan sarf edebilirlerdi.

Darbe teşebbüsü öncesinde FETÖ’nün devletin çeşitli mevkilerine sızma sürecinin geçmişi bulunmaktaydı. İşin bu noktaya varabileceği tahmin edilebilir miydi?

Bu tip örgütlerin bir görünür, bir de görünmeyen yüzü bulunmaktadır. Bu örgütün, AK Parti iktidarı öncesinde de gizli ve organize bir çalışma içinde olduğu barizdir. Dini kisve altında olmaları ise çok tehlikelidir. Dini kullanan bu örgüt içinde insanlar aklını, fikrini bir kenara atıp birisine koşulsuz bir şekilde teslim oluyorlar. İyi-kötü, doğru-yanlış muhakemeleri kalmıyor. Dini kullanarak kendilerini saklamayı da başardılar. FETÖ akıllarını ve iradesini birisinin aklı ve iradesine teslim eden insanlardan müteşekkil çok tehlikeli bir yapıdır.

Bu süreçlerde FETÖ ortaya çıktığında ve deşifre olmaya başladığında AK Parti içerisinde tam bir mutabakat var mıydı, yoksa bir çatışma var mıydı?

2014 yılında ben görevi bırakmıştım, fakat arkadaşlarımız tavır gösterme konusunda bir bütün oldu, bir ayrılık bulunmamaktaydı. Bu örgüte karşı parti içinde herhangi bir sempati yoktu.

2021, İş Göçü Sözleşmesi’nin 60. Yılı. Bu sözleşme 60 yıl içinde büyük bir başarı öyküsüne dönüştü. Almanya’daki Türk insanlarının Almanya’nın refahına yaptıkları katkı sizce Almanya ve Avrupa tarafından yeterince takdir edildi mi?

Bu konu çok geniş bir konu. Bu konuda binlerce kitap, tez, hikâye bulunmaktadır. İlk başta büyük acılar, trajediler yaşandı. Fakat bugün gelinen nokta memnuniyet vericidir. Türklerin büyük kısmı Alman vatandaşı oldu ve artık kalıcıdırlar. Yaşadıkları ülkeye hizmet etmek için samimi bir şekilde uğraşıyorlar, bir taraftan da anavatanlarıyla bağlarını muhafaza ediyorlar. Bu durum iki ülkenin iş birliğine de katkı yapacaktır. Türklerin Almanya ve Avrupa’yı güçlendirdiğine inanıyorum. Avrupa değerlerinde çoğulculuk bulunmaktadır, çoğulculukta din, ırk ayrımı yapılamaz, burada tek önemli olan husus bütün insanların haklarına saygı duymaktır. Türkler ilk başta çok acemilik çekti, bunun Almanlara da yansıması olmuştur, fakat gelinen noktada bu ilişki kazan-kazan durumuna dönüştü.

Almanya bunu takdir ediyor ve görüyor mu?

Bunu Almanlara sormak lazım, fakat Sayın Merkel bunu takdir ediyordu. Bir zamanlar, Türkiye’nin çok parlak yıllarında Almanya’daki Türkler Türkiye’ye dönüş içerisindeydi. Merkel de bu duruma hayret edip üzüldüğünü bana ifade ediyordu. Cumhurbaşkanları Sayın Wullf, Sayın Steinmeier bu konunun farkında olan, olumlu düşünen insanlar, kendilerini takdirle anmak gerekir. Bu dostluğa büyük hizmet ettiler, fakat tabii ki istismarcı tipler de her ülkede bulunmaktadır.

Türkiye’de 3.5 milyon Suriyeli yaşıyor. Onların entegrasyonuyla ilgili benzer sıkıntılarla baş başayız. Türkiye bunun çabası içerisinde. Daha önce Türklerin Almanya’da yaşadığı tecrübelerden bu insanlar için ne dersler çıkarılabilir?

Bundan en büyük dersi Alman hükümeti çıkarttı, çünkü Almanya da bir milyon Suriyeli aldı. Almanya’nın bir milyon Suriyeliyi alması, bizim dört milyon Suriyeli almamızdan daha önemli, çünkü ortak bir sınır, kültür, tarih veya din yoktur. Almanya Suriyelileri Türklerle yaşanan ilk tecrübenin aksine güzel bir entegrasyona tabii tuttu, eğitti, sistemli bir şekilde Alman toplumuna entegre etmek için uğraştı. Bu nedenle en büyük dersi Almanya çıkardı. Türkiye’ye gelirsek, ülkemiz çok kısa bir sürede büyük bir insanlık sınavı verdi. Almanya’ya 60 senede beş milyon kişi giderken, Türkiye’ye iki senede dört milyon kişi geldi. Türkiye büyük bir başarıyla bu durumu yönetti. Bu durum muhalif partilerin istismarına açık olmasına rağmen geçmiş seçim süreçlerinde ırkçılık yapılmadı, yabancı düşmanlığı yapılmadı ve herkes insani açıdan konuya yaklaştı. Halbuki bu dört milyon insan Türkiye’ye güvenlik ve ekonomi açısından büyük bir yük getirdi, fakat buna rağmen Türk hükümeti bu süreci çok başarılı bir şekilde yönetti ve bütün siyasi aktörler de bu konuda hükümete destek oldu.

2011 yılında Arap Baharı kapsamında bölgesi için Türkiye rol modeli olabilir demiştiniz. Hala görüşünüz aynı mı?

O gün için görüşüm doğruydu. Rol modelden ziyade, o zamanki reformist Türkiye Arap gençler için bir ilham kaynağı oldu. Türkiye’nin hükümetimiz eliyle insan hakları, demokrasi ve ekonomi alanında kaydettiği büyük başarılar ve atılımlar bölgedeki halklar tarafından görülüyordu. Bu nedenle birçok Arap ülkesindeki aydınlar, gençler “Türkiye bunu yapıyor, biz neden bu şartlar altındayız, biz neden bunları yapamıyoruz?” dediler ve yönetimlerinden daha fazla şey talep etmeye başladılar.

İtibarınız hala Almanya’da ve Türkiye’de çok yüksek, sevilen bir isimsiniz. Aktif siyasete dönmeyi düşündünüz mü?

Türk siyasi geleneğinde cumhurbaşkanları tarafsız olmuştur. Anayasa gereği partisinden ayrılarak, yedi sene tarafsız Cumhurbaşkanlığı yapan bir ismin aktif, gündelik siyasetin içine girmesi zor oluyor, bu yüzden günlük siyasetin içine girmedim, ama zaman zaman önemli konulardaki görüşlerimi halk ile paylaştım.

Sonbahardaki seçimlerde oluşacak Merkel sonrası yeni Alman hükümetinden Türkiye için beklentiniz nedir?

Öncelikle yeni Alman hükümetinin, Avrupa’da bir liderlik boşluğu bırakmaması gerekmektedir. Merkel’in yeri doldurulmalıdır. Liderlik konusunda bir boşluk olursa Avrupa için üzücü bir durum oluşacaktır. İkinci olarak, yeni Alman Hükümetinin Türk-Alman ilişkilerine önem vermesini, bu ilişkileri çok daha ileri götürmek için samimi bir gayret içerisinde olmasını dilerim. Türkiye – Almanya yakın işbirliğinin her iki ülke için çok yararlı olacağına inanıyorum.  Yeni hükümetin Sayın Merkel gibi popülist olmayan bir liderlik sergilemesini de arzu ederim. 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

POLİTİKA Haberleri