Salgın dünyadaki eşitsizlikleri nasıl tırmandırdı?
Koronavirüsle mücadele için aşının umutla beklediği bir dönemde, istatistikler düşük gelirli 70 ülkedeki nüfusun sadece yüzde 10’unun aşıya erişebileceğini gösteriyor. Bu da milyarlarca insanın yıllarca aşı olamayacağı anlamına geliyor.
Dünyayı bir yılı aşkın bir süredir etkisi altında tutan yeni tip koronavirüsün (Kovid-19) etkisi sonbahar itibarıyla bir kez daha azami noktaya ulaştı. Kovid-19 vaka sayısı toplamda 70 milyona dayanırken ve ölü sayısı da 1.5 milyonuaşmışken; kritikleşen bu tablodan Türkiye de nasibini aldı. İlk defa Kasım ayının son çeyreğinde vaka sayılarını açıklamaya başlanan Türkiye’de günlük vaka sayısı 30 binin altına düşmüyor. Sağlık Bakanlığı, Perşembe günü yaptığı açıklamada Türkiye’de 10 Aralık itibarıyla toplam vaka sayısını 1 milyon 748 bin 567 olarak açıkladı.
Salgın sonrası eşitsizlik dönemi: Milyarlarca insan aşı olamayacak
Hem Türkiye’de hem de dünya genelinde vaka ve ölüm sayıları hızla artarken, salgının hız kesmesi için gözler Rusya, İngiltere, Çin, Almanya ve ABD’nin piyasaya süreceği aşılarda. Ancak salgınla beraber eşitsizlik de tırmanıyor. Zira, Halkların Aşı İttifakı dünya nüfusunun yüzde 14’ünü oluşturan gelişmiş ülkelerin, geliştirilen aşıların yüzde 53’ünü istiflemiş olduğuna işaret ediyor. Gelişmiş ülkelerin aşı istifçiliği nedeniyle düşük gelirli 70 ülkede nüfusun sadece yüzde 10’u aşıya erişebilecek. Bu tabloya göre de milyarlarca insan yıllarca aşı olamayacak.
‘Kovid-19 sonrası eşitsizliği anlamak, salgın öncesindeki düzeni anlamaktan geçiyor’
Konuyu Sputnik’e değerlendiren Ekonomist Arda Tunca’ya göre, Kovid-19’un yaratacağı eşitsizliği anlamak, Kovid-19 öncesindeki dünya düzenine bakıştan geçiyor. Tunca “Eşitsizlik konusunu geniş bir perspektiften ele almak zorundayız. Kovid-19 öncesindeki dünyaya bakacak olursak, Kovid-19 sonrasının da nasıl bir dünya yaratacağını görebiliriz. Küreselleşme yaşandı. Süreç tüm dünyada refah artışı sağlanacağı, iş imkanlarının küresel boyutta oluşacağı, kültürlerin kaynaşacağı gibi tezler ile başladı. Bunların hepsi bir ölçüde gerçekleşti. Örneğin, komünist sistemden çıkan Çin’de büyük bir orta sınıf yaratıldı. Gelişmekte olan ülkelerin küresel ekonomide göreceli ağırlığı artmaya başladı. Ancak, eş anlı olarak önemli başka gelişmeler de oldu. Küreselleşen dünyanın yarattığı değişimler ve ortaya çıkan bazı avantajlara karşın eş anlı olarak gelişen çok önemli bazı sorunlar karşısında dünya yeteri kadar sorun çözücü olamadı. 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulan küresel nitelikli örgütlerin tanım ve misyon değiştirmesi gerekiyordu. Bu süreç, oluşan sorunlara cevap bulmaya yetecek hızda ve nitelikte olmadı” diyor.
‘Gelişmiş ülkelerde gelir adaletsizliği arttı, gelişmekte olan ülke konumuna gelemeyenler dünyanın kalanından koptu’
Tunca “Küreselleşme, çok sayıda unsurun küreselleşmesini beraberinde getirdi ama hiçbiri finans kapital kadar güçlü, baskın ve yaygın bir süreç yaşamadı. Dünyanın ve insanlığın içinden geçtiği sürece ilişkin her sorunun piyasa tarafından çözülebileceği gibi bir anlayışın gelişmesiyle tekelleşme eğilimi güçlenen ve teknolojik gelişmelerle beraber ‘insan’ faktörünü kenarda bırakan bir sermaye oluşumu ve bu sermayenin yine insan faktörünü dışlayan noktalarda tahsis edildiği bir süreç yaşandı. Gelişmiş ülkelerde gelir adaletsizliği yayılırken, gelişmekte olan ülke konumuna gelemeyen ülkelerin dünyanın geri kalanından süratle koptuğu bir dünya oluştu” diye devam etti.
‘İnsanın olmadığı üretim yapısına giden yol’
Bu süreçte teknolojinin gelişiminin insanın olmadığı bir üretim sürecini mutlak kılma yolunda ilerlediğine işaret eden Tunca, teknolojinin yok ettiği iş sahalarının açtıklarından fazla olduğuna değiniyor:
“Geçtiğimiz günlerde, Daron Acemoğlu tarafından yapılmış bir sunumun teknoloji ile beraber ABD’de yarattığı işgücü talebi dönüşümü anlatılıyor. Yapay zeka ile beraber bugüne kadar görülmemiş bir ölçekte algoritmaların insanın yerine geçtiği ve bu nedenle içinde bulunduğumuz teknolojik gelişmelerin bugüne kadar gördüklerimize benzemediğini dile getiriyor. Teknoloji kullanımı konusunda devletin insanı korumak adına müdahaleci olması gerektiğini söylüyor. Yani, regülasyonlar yoluyla kısıtlayıcı bir rol üstlenmekten söz ediyor. Yapay zeka ile gelen teknolojilerin yeni iş sahaları açacağı kesin ama yok ettiği işler çok daha fazla. Dolayısıyla, net olarak insanın olmadığı bir üretim yapısı gelişiyor.”
‘Dünyadaki kaynakların yetersizliğinin getirdiği adaletsizlik’
Tunca, dünya kaynaklarının yetersizliğine ve bu sonuçlarına “Dünyada herkesin aynı standartta yaşaması mümkün değil. New York’ta yaşayan bir insanın yaşam koşullarını Kigali’de yaşayan bir insana da sunduğunuzda, dünyanın kaynakları bu dünya nüfusuna yetmiyor. Ancak, ortada büyük bir adaletsizlik var ve bu adaletsizlik çevresel faktörler üzerinden çok çarpıcı olarak varlığını hissettiriyor” diye vurgu yapıyor.
‘Dünyanın en zenginlerinin oluşturduğu çevresel kirliliğin sonuçlarıyla en fakirleri baş etmek zorunda kalıyor’
Zenginlerin oluşturduğu bu çevresel kirliliğin sonuçlarıyla dünyanın en fakir kesiminin baş etmek zorunda kaldığına işaret eden Tunca “Paris Antlaşması ile küresel ısınmanın 1.5 derece santigrad ile sınırlandırılması hedefleniyordu ki bu seviyeye sadık kalınamayacağı tahmin ediliyor. 1990-2015 arasında dünyanın karbon salımı yüzde 60 oranında arttı. 1800’lü yılların ortalarından bu yana ise iki katlık bir artış söz konusu. Ortaya çıkan çevresel etkilerin yaratıcısı gelişmiş zengin ülkeler ama bu etkilerin sonuçlarını kuraklık, sel, kasırga gibi doğal afetlerle yüzleşmek zorunda kalarak yaşayanlar dünyanın en fakir 3.5 milyar nüfuslu kesimi. Paris Antlaşması’na göre oluşturulmuş bir karbon bütçesi bulunuyor. Karbon bütçesi, küresel ısınmayı 1.5 derece santigrad seviyesinde sınırlamak için salınabilecek karbon miktarını ifade ediyor. Dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin kişi başına yarattığı karbon ayak izi 2030 için hedeflenen değerlerin yaklaşık olarak 35 katına, en fakir kesimin yüzde 50’sinin ise 100 katına ulaşmış bulunuyor. Dünyanın en zengin kesiminin yarattığı bu kirlilik dünyanın fakir kesimlerine yardım etmek amacıyla değil, kendi tüketimlerini artırmak amacına yönelik çalışıyor. Ancak, sonuçlarıyla baş etmek zorunda kalanlar fakir kesimler. Ortada korkunç bir eşitsizlik bulunuyor. Kaldı ki, AB üyesi ülkelerin refah düzeyi göreceli olarak daha yüksek ve düşük olanları arasında da karbon salımı konusunda eşitsizlik söz konusu” ifadelerini kullandı.
‘Kovid-19 krizi ile ilgili süreç uzadıkça mücadele gücü zayıflıyor olacak’
En fakir 64 ülkenin yaptığı toplam borç ödemesinin kendi sağlık sistemleri için harcadıklarının üzerinde olduğuna vurgu yapan Tunca “2019’da dünyanın en fakir 64 ülkesinin gelişmiş ülkelere ve onların finansal kuruluşlarına yaptıkları borç geri ödemesi toplamı sağlık sistemleri için gerçekleştirdikleri harcamaların üzerindeydi. Şimdi, Kovid-19 krizinin 2 temel noktada zorlayıcılığı söz konusu: mevcut finansal yapıları kullanarak salgınla mücadelede yeterli olabilmek ve zayıflayan ekonomik koşullarda salgının yeni dalgalarını göğüsleyebilmek. Yani, salgın ile ilgili süreç uzadıkça, mücadele gücü zayıflıyor olacak” dedi.
‘Kovid-19 pandemisi, eşitsizliğin 3 temel kaynağı olan ekonomik yapı, teknolojik gelişmeler ve çevreyi daha görünür kıldı’
Ekonomist Arda Tunca eşitsizliğin 3 temel kaynağının ‘ekonomik yapı, teknolojik gelişmeler ve çevre’ olduğunu, Kovid-19 pandemisinin ise bu eşitsizliğin görünür olmasında rol oynadığını söyledi. Tunca aynı zamanda küreselleşmenin sağlıksız bir ekonomik felsefesi anlayışı ve siyasette popülist yaklaşımları beslediğini ifade etti:
“Yukarıdaki anlatım, eşitsizliğin üç temel kaynağına odaklanıyor: ekonomik yapı, teknolojik gelişmeler ve çevre. Kovid-19 yerküredeki herkese dokunabilecek bir felaketin nedeni olunca, yaşanan ve yaşanabilecek eşitsizlikler bambaşka bir boyutta, tüm dünyanın eş anlı olarak sesini çıkardığı bir konu olma özelliğine büründü. Eşitsizliğin temel kaynaklarına odaklanınca, ulusal ve uluslararası siyaset kavramına ve uygulamalarına ister istemez çıkıyoruz. Küresel sorunların küresel bakış açılarıyla çözülebileceği aşikar. Aksi takdirde, yönetsel bir asimetri söz konusu. 2. Dünya Savaşı sonrasında Einstein tarafından da sürekli gündeme getirilmiş bir konu başlığı bu. Ancak, küreselleşmenin getirdiği sağlıksız bir ekonomi felsefesi anlayışı ile finans kapitalin küresel hakimiyeti 2008 krizini ve ardından da siyasette popülist bakış açılarını beraberinde getirdi. Popülizm, iç siyasette de, uluslararası ilişkilerde de kutuplaşma anlamına geliyor ki pek çok toplum kendi içinde, dünya ülkelerinin de pek çoğu kendi aralarında kutuplaştı.Sosyolog Elise Boulding, modern toplumların ana odaklanmaktan dolayı geleceğe odaklanacak zaman ve enerji bulamadıklarını 1978’de dile getiriyor. Bugün, 1978’in koşullarından çok farklı bir noktadayız. Teknolojik gelişmelerle hızlanan dünyada gelecek düşünülmüyor ve siyaset de toplumların kısa vadeciliğine popülist bir ayak uydurma sağlıyor. Küresel iklim değişikliğinin ulaşacağı boyut daha 1950’lerde, teknolojik gelişmelerin nerelere ulaşacağı ise 1960’larda, 1970’lerde dile getiriliyor. İnsanlık, bu felaketlerle karşılaşacağını yeni öğrenmiyor.”
‘Dünyanın bu sorunları aşabilmesi için ‘insan’ unsurunu öne çıkaran yaklaşımlara ihtiyacı var’
Yaşanan tüm bu sorunların çözümünün “dünyanın, ‘insan’ unsurunu öne çıkaran yaklaşımlarla ve demode kalmış küresel örgütleri ivedi olarak yeniden dizayn ederek ilerlemesi” olduğunu söyleyen Tunca “Devlet kavramının insanı koruyan bir sosyal anlayışa sarılması gerekiyor. İş imkanları, çevresel felaketler, gelir adaleti konularında ulusal ve uluslararası düzeyde ortak anlayışların geliştirilmesi gerekiyor. Aksi takdirde, yukarıdaki verilerde görülen yüzde 1 ve dünyanın kalanına ilişkin çarpıcı karşılaştırmalar yapılmaya devam edecek ama çok cepheli bir felaketle karşı karşıya kalınacak. Nasıl olabileceği konusu ise büyük bir soru işareti. Bazı ülkelerin ve liderlerin G7, G20 gibi platformlarda bu işlere önderlik etmesi gerekiyor. Fakat, bu platformların da ne kadar sorun çözmeye niyetli olduğu yine büyük bir soru işareti. Medeniyetin gideceği yeri konuşuyoruz artık. Cambridge Üniversitesi’nden Luke Kemp tarafından “Medeniyetlerin Çöküşüne Giden Yolda mıyız?” başlıklı bir makale okudum geçtiğimiz günlerde. Benzer bir eseri yıllar önce Çöküş adlı kitabında Jared Diamond ele aldı. Bu şartlar altında, Kovid-19 sürecinin adil bir aşılama ile devam edeceğini düşünmek mümkün mü? Kovid-19, insanlığı çok yönlü bir teste tabi tuttu.”
‘Kovid-19, sadece bu salgının yönetimini değil, arkadan gelen sorunların çözülmesini hatırlatıyor’
“Sağlığa ve aşıya topyekün erişim olmaması salgınları sürekli hale getirir mi?” sorusuna ise Tunca’nın yanıtı şu oldu:
“Bu konu, daha çok tıbbın konusu ama yaygın aşılama yapılması gerektiğini bilmek için tıp okumuş olmak gerekmiyor sanırım. Aşı bulunduysa da, bu aşıya herkesin ulaşması için daha uzun bir süreç var önümüzde. Tarihteki başka salgın hastalıklarda olduğu gibi aşının yayılmasıyla beraber salgın elbette baskılanacak ve yılını tahmin edemediğimiz bir gün kontrol altına alınmış olacaktır. Ancak Kovid-19, sadece bu salgının yönetimini değil, arkadan gelen çok büyük başka sorunların da çözülmesi gerektiğini çok güçlü olarak hatırlattığı için, 2020 yılı geleceği çok önemli boyutta etkileyecek bir yıl olma özelliğine sahip oldu.”